Aslı Tohumcu'nun son romanı Taş Uykusu'nda, bir belediye otobüsünde balık istifi giden, ayakta kalan, birbirini ezen ve üçüncü sayfanın yakınlarında gezinen öyküler var
O acayip anı bütün detaylarıyla ben bile hatırlamıyorum! Nermin'le olmasa bile Ayfer'le, Reşat'la ya da Bay K ile gözgöze gelmiş olabilirim. Bundan ciddi şüphelerim var! Şeytan Geçti adlı kitabımdan sonra bazı meseleleri daha geniş ölçekte ele almayı, daha çok sayıda insan hikayesi anlatmayı istiyordum. Anlatmak istediğim insanlar ve meseleler üç aşağı beş yukarı belliydi ama bana bir sahne gerekiyordu. Günde bir buçuk iki saate yakın vakit geçirdiğim, insanların tiplerine bakıp da hiç utanmadan onlar hakkında yargılarda bulunduğum belediye otobüsleri bana çok iyi bir çözüm gibi geldi. Bunun üzerine aldım bir İkarus Solo, iç planını koca bir kağıda çizip masamın karşısındaki duvara astım. Sürücünün peşinden bindim otobüse ve beklemeye başladım yolcuları.
Evet, o yakın ve uzak oluş durumu uygun geldi bana ve tuhaf. Dakikalarca beraber yolculuk ediyorsunuz insanlarla, belki o kalabalıkta vücudu vücudunuza değiyor ama duygusu ya da düşüncesi size dokunmadan geçiyor. Birbirimize bakıp da görmediğimiz bir yer otobüsler, diğer kamusal alanlar gibi aslında. Bir yerde hem aynı yolun yolcusuyuz o otobüste, bir yerde de birbirimizi süzmeler dışında hiçbir iletişimimiz, etkileşimimiz yok. Birarada ama apayrıyız, yalnızız. Bu da çarpıcı geldi bana. Bir de, fazla mı özel olacak bilmiyorum, 2010 çok kötü bir yıl oldu benim için. Yüzümü otobüsün camına dönüp ağladığımı bilirim. Kim bilir hakkımda ne düşünüyorlar, ağlamamı neye veriyorlar diye kaygılanmıştım. Kimsenin, “Bacım, kızım, neyin var?” diye sormaması üstelik, işime geldiği halde, tuhafıma gitmişti. Bu düşünceden yola çıktım ben de. Romandaki karakterler de birbirleri hakkında bir şeyler düşünüyorlar, ama doğru ama yanlış, birbirlerini süzüyor ama görmüyorlar…
Elli bir kişinin (sekizi çocuk ve konuşmuyorlar, o yüzden saymıyorum onları) dünyasını bilerek soyundum bu işe. Onlar hakkında her şeyi biliyordum demek değil istediğim, bu insanların hikayelerini anlatmayı isteyerek çıkmıştım yola ve yıllar içinde mütemadiyen bu hikayeleri biriktirmişim demek ki. Ama elbette her bir kişiyi romanın başından sonuna aynı dille konuşturmak, bıraktığım yerden tekrar ele alabilmek, o insanları birbiriyle ilintilendirmek zor oldu. Ama en zoru, aylarca bu derece acıklı, şiddet yüklü hikayeyle birlikte yatıp kalkmak oldu. Her ne kadar o hikayeleri ben seçtiysem de, her akşam bir masanın başında tek başıma onlarla yolculuk etmek neşemden kalıcı bir şekilde çok şey götürdü diyebilirim. Bir şeyleri değiştirme umuduyla geçiyorsunuz kağıdın kalemin başına, ama o yolun bir yerinde bir bakmışsınız umut sizi terk etmiş ve uzunca bir süre de döneceğe benzemiyor.
Korkarım o kadınlar ve şeytanları nereye gitsem peşimdeler ve peşimde kalacaklar. Bir insanın sırf kadın olduğu için itilip kakılması, tacize tecavüze uğraması, yaşama ya da insanca yaşama hakkının elinden alınması kadar korkunç bir şey düşünemiyorum. İçinde bulunduğumuz manzaraya baktığımızda onları bir kör bile görmezden gelemez bence. Bir de tabii bu ülkenin toplumsal hayatına ayna tutma arzusuyla bir roman yazarken onları atlamak, tabloyu kesinlikle eksik bırakırdı.
Korkarım hepimiz kendi kendimizi dürteceğiz. Ama tabii bunun için kişinin kendi dertlerini iyi kötü halletmiş olması lazım, yoksa suyun üzerinde durmak için çırpınan birini, az ötesinde boğulan bir diğerini görmediği için suçlayabilir miyiz! Hem zaten illa derman olmak gerekmiyor, farkında olmak da az şey değil, olmamalı. Orada, özellikle de gazeteci genç kadın Umay özelinde, burnumuzun dibinde olup bitenlerden nasıl da habersiz olduğumuzun altını çizmek istedim. Hepimizin bir maskesi var sosyal hayatta takındığı, güzel ya da çirkin, yumuşak ya da sert, mutlu ya da suratsız olabilir bu maske, bu bir şey demek değildir altından her şey çıkabilir, demek istedim.
Kesinlikle öyleyiz. Bence hayatımız üçüncü sayfalarda ama biz bu haberleri kanıksıyor ya da tek tük adli vakalar olarak değerlendirme yanılsamasına düşünüyoruz. Gazeteler ajanstan akan bu olayların herbirine yer vermeye kalksalardı, kaç sayfaları kalırdı acaba geriye! Üstelik eşinin tecavüzüne uğrayan kadın iş arkadaşınız, aklından kendini bir arabanın altına atmayı geçiren emekli amca üst komşunuz olabilir. Kimsenin dört duvarı arasında ne yaşadığını bilemeyiz. Bir otobüs dolusu acı, okuyana bunu düşündürse keşke; bu insanlar benim komşum, arkadaşım, akrabam… Bu insanları uzaydan toplamadım ben, yaşadığımız hayattan çekip çıkardım. Çamurlu bir nehir bu sanki de, sizin için koca bir bardak doldurdum o nehirden. İçiniz kalksın diye!
Evet, hikayenin bir yerinden birbirimize bağlı olduğumuzu, aynı hikayenin parçası olduğumuzu anlatmak istedim… Hepimiz aynı geminin yolcularıyız ve ne yazık ki bu otobüsün başı kıyametin kapısından geçti, arkası da geliyor tabii peşi sıra. Başkaları için bir şey yapmazsak kendimiz için de hiçbir şey yapamayız aslında, bence basit bir matematik.
Benim de umudum, uyuduğumuz bu derin uykudan uyanmamız. Umarım roman bu anlamda bir vicdan uyandırır okuyanda. Diğer meseleye gelince… Romanı belediye otobüs yolculuğu sırasında okuyan bir okuyucum olduğunu biliyorum. Etrafındaki insanlara biraz farklı bir gözle bakmaktan kendini alamadığını söyledi bu okuyucum. Belki romanı bir de ben bir otobüste okuyup iki koltuğun arasına düşürür gibi bırakmalıyım. Ama sonra kitabı alan kişinin peşine düşersem meraktan diye endişe ediyorum :)






