|

Mühendislik fakültesini müzik aşkıyla bıraktım

Bir mühendislik öğrencisiyken İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndan gelen seslere kulak veren ve kütüphanede bulduğu “Türk Musikisi Ansiklopedisi” ile yolunu müziğe döndüren Gönül Paçacı Tunçay, Türk müziğinin icra edildiği yerleri gördüğünde bu yerlerin onun gerçek yuvası olduğunu hissetmiş. “Ben her şeye rağmen ve aklım başımdayken ‘Klasik Türk müziğini ilmen de icra olarak da iyi öğrenmeliyim ve bunun için de sağlam bir duruşum olmalı” düşüncesiyle konservatuvarı tercih etmiş.

Latife Beyza Turgut
04:00 - 20/11/2022 Pazar
Güncelleme: 05:56 - 20/11/2022 Pazar
Yeni Şafak
Gönül Paçacı Tuncay.
Gönül Paçacı Tuncay.

Bir cihan yangını ardından, o günün şartlarıyla kapanan Darülelhan’ın küllerine sahip çıkmaya çalışan İstanbul Belediye Konservatuvarı, şüphesiz yeni ve modern Türkiye’de Türk müziğinin yuvası olacak kurumlardan ilkidir. Ardından İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı içindeki Osmanlı-Türk Müziği Bölümü, bu misyonu devam ettirir. Nihayetinde de Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi, Darülelhan’ın mirasçısı olarak Türk müziğine hizmet eder. İşte bu önemli kurumların hikâyesi bizi Türk müziğine gönül veren Gönül Paçacı Tunçay ile buluşturuyor.

Mühendislik öğrencisiyken İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndan gelen seslere kulak veren ve kütüphanede bulduğu “Türk Musikisi Ansiklopedisi” ile yolunu müziğine döndüren Paçacı, bugün Türk müziğine dair kayda değer çalışmalar yapıyor. Çalışmalarıyla geçmişten günümüze, günümüzden de geleceğe köprüler inşa ediyor.

Paçacı, bu yıl için OMAR ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin ortak bir konser projesi üzerine çalışıyor. Projede geçmişten bugüne edebiyat ve musiki ilişkisi ele alınıyor. Konser öncesinde icra edilecek eserlerin özelliği ne ise o alanda çalışan bir akademisyen konuşma yapıyor, ardından OMAR’ın Türk Müziği İcra Heyeti sahne alıyor. İlk konser bestelenmiş Farsça güfteler üzerine hazırlanmış. İkincisinde Nabi’nin bestelenmiş ama çoğunluğu icra edilmemiş eserleri seslendirilmiş. Üçüncüsü ise Yahya Nazîm Efendi’nin eserleri üzerine hazırlanıyor. Dördüncü ve son şâir ise Enderunî Vasıf olacak. Biz de bu provalar aşamasında Gönül Paçacı Tunçay ile İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nde tarihi rektörlük binasında buluşuyoruz. Hem çalışmalarını hem de “aklım başımda iken” diyerek tanımladığı 18. yaşında çıktığı Türk müziği yolculuğunu konuşuyoruz.

MÜZİK ŞEHİR HAYATINDA BELİRLEYİCİYDİ

Herhangi bir sanat branşında başarı gösterdiğinizde gelen ilk sorulardan biri bu yeteneğin kökeni ile ilgilidir. Hatta çoğu röportajın da klişesidir, “Ailenizde bu sanatla ilgilenen birileri var mı?” sorusu. Ben de bu klişeden kaçamayarak, Paçacı’ya ailesinde müzikle ilgilenen biri olup olmadığını soruyorum. Kendisi olgunlukla cevaplıyor: “Aileden gelen bir yetenek olduğunu söylerler, doğru. Ailemde müzikle ilgili bir duyarlılık var diyebilirim. Herkesin müzikle bir bağı vardı. Anne ve babamın kulağı iyiydi. Aynı şekilde dedemin de. Kendisi hafızdı. Bu nedenle repertuvarı iyiydi, bunu ben konservatuvara girdikten sonra fark ettim. Ailem hakikaten müzik ayırmayan bir aileydi ama Türk müziği her Anadolu ailesinde olduğu gibi daha çok söylenir, dinlenirdi. Babamın çok güzel plakları vardı. Halen bende olan taş plakları var. Çevresinde de bir sürü müzik sohbetinin yapıldığını hatırlıyorum. Hatta ailemizde devreden bir güfte defteri de vardı. O şimdi bende mahfuz.”

Paçacı, çocukluğunu eski bir Anadolu şehri olan Sivas’ta geçirmiş. İlk ve ortaokulu burada tamamlamış. “Şimdiye göre benim dönemimde müziğin yaygın olduğu çevreler daha fazlaydı” diyor. Tüm okullarda mutlaka bir okul korosu olurmuş. Hatta o okul korolarından bugünün önemli müzik insanları yetişmiş. Ortaokulda Paçacı’ya keman çalan ve yıllar sonra Belediye Konservatuvarı’nda yeniden karşılaştığı İstanbul Radyosu’nda şef ve önemli kemençevî Hasan Esen de bunlardan biri. Teyze oğullarından biri keman, diğeri ud çalarmış. O zaman için kız-erkek fark etmeksizin genel düşünce, müziğin ikinci iş olarak yapılmasıymış. Bir de kız çocuklarının çok göz önünde olması istenmezmiş. “Babamın da hiçbir bağnazlığı yoktu bu konuda yalnızca biz kız çocuğu olduğumuz için belirli çevrelerde kalırdık. Babam en büyük ablam başta olmak üzere her birimize yüksek tahsili şart koşmuştu. Kendi mesleğimiz olmasını isterdi. Tabiî bu da bizde profesyonel müzik yaşamı düşüncesini ortadan kaldırıyordu. Ama ben konserlerin olduğu zaman şehirde bir dalgalanma olduğunu hatırlıyorum. Kültürel ve sanatsal ortamın şehir hayatında belirleyici olduğu zamanlardı” diyor o günler için.

MÜHENDİSLİKTEN KONSERVATUVARA

Üniversite tercihleri zamanı geldiğinde, fen bölümü öğrencisi Paçacı’nın tercihi doğayı sevmesi, tabiata değer vermesi nedeniyle İstanbul Üniversitesi Orman Mühendisliği olmuş. “Orman Mühendisliği’ne girdim ama bitirmedim” diyor Paçacı. İstanbul’u kazandığında kendinden önceki iki ablası da buradaymış. Biri Hukuk Fakültesi’ni bitirmek üzereyken diğeri, İstanbul Teknik Üniversitesi Enerji Bölümü’nde okuyormuş. Aile henüz evini İstanbul’a taşımadığı için okula da yakın olması sebebiyle Çemberlitaş Kız Yurdu’na yerleşmiş.

Türkiye’de 1978-1980 yılları özellikle üniversiteli gençler arasında sağ-sol çatışmasının zirve yılları olarak bilinir. Siyasi bir aidiyeti olmayan pek çok genç, bu olayların getirileri ile eğitimine devam etmek durumunda kalmıştır bu dönemde. Paçacı’nın da lisans yılları bu günlere denk gelmiş. “Bir sene Beyazıt’ta Cemil Bilsel’de okuduk ama fakülteye gitmek isteseniz, gidemiyorsunuz. O zaman Bahçeköy, İstanbul dışı gibi. Otobüs sağcıların, servis solcuların böyle bir durum da var. Tıp, diş hekimliği ile hep birlikteyiz FKB’de. Ancak zooloji dersinde mikroskopla bakıyoruz, botanik dersinde yaprakları inceliyoruz. Benim düşündüğüm gibi bir eğitim değildi. Fen mezunuydum ama istediğim ortamı bulamamıştım” diyerek anlatıyor o günleri. Beyazıt-Çemberlitaş arası geçen günlerine renk katan Çemberlitaş’ta okurken yurdun civarındaki İstanbul Belediye Konservatuvarı’ndan gelen sesler olurmuş. Bir gün yurdun çalışma odasındaki kütüphanede bulduğu, Yılmaz Öztuna’nın iki ciltlik “Türk Musikisi Ansiklopedisi” ise onu mühendislikten asıl yoluna, müziğe döndüren bir hazinenin anahtarı olmuş. Paçacı bulduğu hazineyi, “Ben ders çalışırken bir yandan da o ansiklopediyi okumaya başladım. 18-19 yaşımda çoğunu anlamayarak ama bunun başka bir şey olduğunu fark ederek, kaynakçalarına bakarak, iki ciltlik o devasa ansiklopediyi okudum. Bu okumalarla müziğin, tarihsel kaynakları itibariyle bizim aklımıza, hayalimize gelmeyen ama çok önemli, çok ciddi ilişkilerin bulunduğu bir alan olduğunu farkettim. Biraz da korktum tabiî ama bunun devam etmesi gerektiğini hissettim. Üstelik Öztuna’da resmi bir dilin olduğunun da farkındayım ancak kaynak etkileyiciydi, örneğin daha önce kulağınızda olan Evliya Çelebi ile ilişki kuruyor, bir başka düzlemde Zekâi Dede sizi yakalıyor… Bunu çok yerde söylemedim ama benim yolum böyle başladı” sözleriyle anlatıyor.

Önce Çemberlitaş Kız Yurdu’nun hemen yakınındaki Belediye Konservatuvarı’nın kapısını çalmış. “Burada yönetim ve Batı Müziği Bölümü var, Türk Müziği Bölümü Beşiktaş’ta. Ama sınavları burada yapılıyor” denilince kendi başına sınavlara girmiş. Beşiktaş’ta okuyacağı için ortamı, atmosferi görmek maksadıyla Türk Müziği Bölümü’nü ziyarete gitmiş. Paçacı, “Hocaları gördüm, öğrencilerin terbiyesini, oradaki havayı… Küçücük iki sınıfta hocalarına gösterdikleri muhabbet… Çok etkilendim. Orada başka bir hava vardı, bunu hatırlıyorum” diyor. Ayrıca orada ortaokuldayken koroda keman çalan arkadaşı Hasan Esen’i tekrar görmüş. Belediye Konservatuvarı’na aynı zamanda başlamışlar. Ertesi sene Esen, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne geçmiş. Paçacı ise İTÜ’ye girmek için tarihleri kaçırmış ve bir sene sonra başlamış. Henüz öğrencisi olmadan İTÜ konservatuvarını da görmek istemiş, gidip hocalarla tanışmış. Bu tanışmayı, “Çok sevgi gösterdiler ama ‘Evladım tarihleri kaçırdın’ dediler. Hiç unutmuyorum koskoca konservatuvar müdürü Ercüment Berker’in odasına girdim oturtup konuştu benimle. O yerlerin benim gerçek yuvam olduğu hissi oluştu içimde” sözleriyle anlatıyor. Belediye Konservatuvarı’nda bir sene okuduktan sonra Devlet Konservatuvarı’na kayıt yaptıran Paçacı böylece mühendislik fakültesini bırakarak iki konservatuvara da devam etmeye başlamış.



Müzik bir ifade biçimi ve aslolan melodi

“Özellikle sözel karakterdeki müziklerde yani gelenekle çok sıkı bağları olan, hayat tarzıyla icra biçimi ile kulağınızda kalan seslerle ilgili bir özel durumu olan müziği dışarıdan aldığınız ithal kavramlarla açıklamak bir zavallılık getiriyor” diyor Paçacı. Geçmişteki eski yayınlarda “Majör makamı”, “Minor makamı” gibi Batı müziğinden hatalı çevrilen terimleri örnek gösteriyor. Türk müziği icracılarının böyle algılanmasını gayet doğal karşılıyor ve açıklamasını şöyle yapıyor: “Bu sesleri bir makam olarak duyuyor çünkü. Perdeler müziği olarak duyuyor. Ama öteki taraftan da iki tane dizi var. Aralıkları itibariyle onlara “büyük dizi”, “küçük dizi” diyebiliriz. Bu terimler Batı müziğinde ve orada başka bir müzik dili var. Bizde de doğal seslerin bileşimini onların tınılarını, söylediğinizde prozodik olarak güfteyle ilişkisini güftenin ritmini, ritmik çok sesliliği hepsini bir arada kullanan ama tek sesli diye geçiştirilen bir müzik var. İzzettin Ökte rahmetli, çok iyi bir tanburî. Ona ‘Türk müziğinin tek sesli olmasına ne diyorsunuz?’ diye hep o bildiğimiz soru soruluyor. Cevabı o kadar güzel ki, ‘Evet Türk müziği tek seslidir, ama çıkan ses, tek ses değildir.’ Eskilerin bu inceliğin farkında olması, müziğin görgüsünden gelmelerinden dolayı. Çünkü armonikleriyle tınlıyor, ritmin tınısı ayrı, sazların herbirinin rengi ayrı, onların büyük usullerin içerisinde formlarla birleştiği zaman verdikleri şey ayrı. Aslında bunlar birleşip tek bir melodi içinde ilerliyor ama bir eski fasıl kaydını dinleyin bakalım, tek sesli mi o?”

“Müzik bir ifade biçimi, aslolan da melodidir” diyor Paçacı. Tek başına bir neyin ya da bir Batı enstrümanı olan flütün ne olursa olsun çok sesli çalınamayacağını vurguluyor. Geçmişte Türk müziğini saz sayısı ve sahnelenmesiyle eleştirenlere ise şunları söylüyor: “Orkestranın çok disiplinli durması, fazla saz ihtiva etmesi giyiniş, duruş… Böyle bir sahneleme kompleksiyle Türk müziğini de Batı müziğine benzetmeye çalışanlar veya bu türden bir sahneleme yapılmamasından dolayı küçümsendiği dönemler oldu… Ben hiç öyle düşünmüyorum. Münir Bey’in bir eski kaydını dinleyin. Yalnızca iki enstrüman, orkestra gibi çalıyorlar. Münir Bey de çok büyük bir yetkinlikle okuyor. Başka hiçbir şeye ihtiyacı yok.”

Müzik Müzesi hayali

Paçacı’ya şimdiye kadar bir çok girişimde bulunulan ancak bir türlü kurulamayan Türk Müziği Müzesi projesini soruyorum. “Bu sadece bana verilen bir söz değil. Bu Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren konuşuluyor. Başta Rauf Yekta Bey yazıyor. Ama tabiî o zaman korunması amaçlı. Daha sonra da bir dönem, ‘Bunlar müzelik malzeme değil’ diye itiraz ediliyor. Ama sonuçta bütün medeni memleketlerde kendi müziğine ve dünya müziğine ilişkin müzeler var” diyerek yanıtlıyor. Geçmişte Etem Ruhi Üngör’ün arşivi için başlatılan müze çalışmalarından bahsediyor: “Kendisi zaten küçücük evini müze gibi tasarlamış. 90 metrekarelik bir evin tüm duvarları, objelerin birbirleriyle ilişkisi, envanterlerine göre dizilmişti. Ömrünü vermiş zaten, Anadolu gezileri yapmış, saz toplamış… Kazakistan’dan Afganistan’dan topladığı sazlar, nefir, rebab ve nice otantik sazlar… Neyzen Teyfik’in neyi vardı mesela. Akıl hastanesinde kaldığı dönemde kırmasın diğer hastalar diye karyola demirinden yaptığı neyi. Böyle bir çok özel malzeme vardı. Maalesef olmadı, müze kurulamadı.” “Biz kendimizi kendimize anlatmaya çalışıyoruz” diyor Paçacı ve müziğin malzemesine, geçmişine büyük bir saygısı olduğunu söylüyor: “Ben Etem Bey’in evinde Cemil Bey’in sazını da gördüm, Sultan Abdülaziz’in lavtasını da, Kazasker’in neyini de gördüm. ‘Milli kültür’ deniyor sürekli. O zaman bunlara tabiî ki bir milli kültür değeri olarak kıymet verilmesi ve sergilenmesi gerekiyor.” Paçacı, “Bizim gibi insanların bunları başkalarıyla paylaşmak ve bir şekilde onların bilgileri üzerinden aktarılmasını sağlamak gibi kendimize biçtiğimiz bir rol var. Aslında durumdan vazife çıkarıyoruz. Etem Bey’de de bunu gördüm. Onun en büyük amacı bir müzik müzesi kurmaktı” diyor. Kendisi de geçmiş yıllarda bir Türk müziği müzesinin çok küçük bir prototipini, 2010’da “Neşriyat-ı Musiki Sergisi” ile hazırladığını anlatıyor.

Paçacı’ya şimdiye kadar bir çok girişimde bulunulan ancak bir türlü kurulamayan Türk Müziği Müzesi projesini soruyorum. “Bu sadece bana verilen bir söz değil. Bu Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren konuşuluyor. Başta Rauf Yekta Bey yazıyor. Ama tabiî o zaman korunması amaçlı. Daha sonra da bir dönem, ‘Bunlar müzelik malzeme değil’ diye itiraz ediliyor. Ama sonuçta bütün medeni memleketlerde kendi müziğine ve dünya müziğine ilişkin müzeler var” diyerek yanıtlıyor. Geçmişte Etem Ruhi Üngör’ün arşivi için başlatılan müze çalışmalarından bahsediyor: “Kendisi zaten küçücük evini müze gibi tasarlamış. 90 metrekarelik bir evin tüm duvarları, objelerin birbirleriyle ilişkisi, envanterlerine göre dizilmişti. Ömrünü vermiş zaten, Anadolu gezileri yapmış, saz toplamış… Kazakistan’dan Afganistan’dan topladığı sazlar, nefir, rebab ve nice otantik sazlar… Neyzen Teyfik’in neyi vardı mesela. Akıl hastanesinde kaldığı dönemde kırmasın diğer hastalar diye karyola demirinden yaptığı neyi. Böyle bir çok özel malzeme vardı. Maalesef olmadı, müze kurulamadı.” “Biz kendimizi kendimize anlatmaya çalışıyoruz” diyor Paçacı ve müziğin malzemesine, geçmişine büyük bir saygısı olduğunu söylüyor: “Ben Etem Bey’in evinde Cemil Bey’in sazını da gördüm, Sultan Abdülaziz’in lavtasını da, Kazasker’in neyini de gördüm. ‘Milli kültür’ deniyor sürekli. O zaman bunlara tabiî ki bir milli kültür değeri olarak kıymet verilmesi ve sergilenmesi gerekiyor.” Paçacı, “Bizim gibi insanların bunları başkalarıyla paylaşmak ve bir şekilde onların bilgileri üzerinden aktarılmasını sağlamak gibi kendimize biçtiğimiz bir rol var. Aslında durumdan vazife çıkarıyoruz. Etem Bey’de de bunu gördüm. Onun en büyük amacı bir müzik müzesi kurmaktı” diyor. Kendisi de geçmiş yıllarda bir Türk müziği müzesinin çok küçük bir prototipini, 2010’da “Neşriyat-ı Musiki Sergisi” ile hazırladığını anlatıyor.

OMAR arşivi Türkiye’de ilk

Sahaflardan nota almaya, eski yazı fasıl mecmuası toplamaya daha öğrencilik günlerinden başlamış. OMAR arşivini oluştururken de önce kendisinde olan belgeler kayda alınmış. Daha sonra arkadaşı, koleksiyoner Turhan Günay’ın da katkılarıyla OMAR’ın mevcut araştırma karşılaştırma portalı için çok ciddi bir altyapı birikimi oluşturulmuş. OMAR’ın temel projesi hızla ilerlemiş. Bugün eski güfte mecmualarından, matbu ve bir takım önemli yazmalardan sisteme girilmiş 3-4 bin eser, girilmeye hazır da bir 3-4 bin eser daha bulunuyor. Bütünüyle de taramalar ise 20 bini geçmiş. Döküman arşivinden sonra OMAR için bir de ses arşivi oluşturma çalışması var. Paçacı bu arşivi ve bağışları şöyle anlatıyor: “Bize çok ciddi ses arşivi bağışları oldu. Nevzat Atlığ bütün görüntülü ve sesli arşivini OMAR’da kullanılmak üzere üniversite ile bir protokol yapıldı ve bağışlandı. Ankara’dan TRT’den emekli Tanburî Yılmaz Pakalınlar, İzmir’den eski demiryolları genel müdür yardımcısı Orhan Yıldırım, koleksiyonerlerden Osman Yılmaz, Ohannes Untur, Neyyire Tümşen… Her biri OMAR koleksiyonumuza çok değerli bağışlarda bulundular. Şimdi notalar için yazılı belgeler için yaptığımız arşiv çalışmasını sesler üzerinden de yapmaya başladık. Görsel düzeyinden, işitme düzeyine geçilecek bir arşiv düzenlenecek. Bu anlamda Türkiye’de bir ilk olacak.”

“OMAR olarak, günümüze bazı şeyleri aktarmakla birlikte günümüzün değerlerini de eş zamanlı olarak kalıcı kılıyor, günümüze müzik üzerinden bir çentik atıyoruz” diyor Paçacı. Bu önemli işlerden ilki, eski notasyonlardan, Hamparsum ve Bizans notasıyla yazılmış eserlerden seslendirmeler yapıyorlar. Bu seslendirmelerden ilki bir Suzidil faslı. Hayatta olan ve en kıdemli serhanende denilebilecek Nureddin Çelik ile birlikte yapılmış. İkincisi ise Osmanlıca baskı Müntehabat yayınlarından seçilmiş bir hüzzam faslı. Paçacı gündemde önemli iki yayın daha olduğunu söylüyor. Bu yayınlardan ilki, 1870’lerden itibaren matbu fasıllardan 1900’lere kadar olanlardan ilk örneklerin dönem anlayışıyla seslendirilmesi ve tıpkı basımının yapılacağı bir albüm ve kitap. İkincisi ise, şu an çevirilerinin ve bazı seslendirmelerinin yapıldığı, İstanbul’da basılmış ve bizdeki nota yayınlarından çok daha önce çıkmış olan Karamanlıca yani Bizans notasyonuyla ve Grek harfleriyle yazılmış müzik kitapları çalışması. Paçacı, bu çalışmayı şu sözlerle anlatıyor: “Bu kitapları tanıtan ve içindeki müzik eserlerini ihtiva eden, notalarını bugünkü notaya çevrilmiş ve bazıları seslendirilmiş halde bir büyük kapital eser hazırlıyoruz. Ben kalıcı olan şeyler yapmak istiyorum. İleride müzik yazmaya, beste yapmaya devam edeceğim ama emekliliğimden önce kendime biçtiğim 3-4 sene içerisinde bu serileri tamamlayacağız.”

Bu yolda devam etmeliyim

“Ben henüz 18-19 yaşımda o ansiklopedi ciltlerini okuduktan sonra bir hedef belirledim kendime” diyor Paçacı. O günkü hedefini gerçekleştirmiş olmanın mutluluğuyla anlatıyor: “Ben Belediye Konservatuvarı’na başlayıp da önüme Darülelhan’ın eski notaları tesadüfen geldiği zaman, açıkçası pek bir şey anlamadım. Notayı takip ediyordum ama eski yazı bilmediğimden sözleri anlamıyordum. Edebiyat mezunu olmadığım için vezinleri çılgın gibi müzikle çalışmıştım. Her şeye rağmen ben aklım başımdayken ‘Klasik Türk müziğini ilmen de icra olarak da iyi öğrenmeliyim ve bunun için de sağlam bir duruşum olmalı’ düşüncesiyle konservatuvarı tercih ettim. Hem Belediye hem Devlet Konservatuvarı’nı. Benim eğitimim bu yönde olmalı, geleceğim de bu yönde devam etmeli düşüncesiyle bilinçli olarak seçtim.”

Belediye Konservatuvarı arşivinde çalışmaya başladığı dönemde Kadıköy’e taşınırken oldukça kötü şartlardan taşınan Darülelhan arşivi ile karşılaşmış. Paçacı, bu arşivi derlemeye gönüllü olmuş. Erdoğan Köroğlu ve Ruhi Ayangil ile arşivinden arta kalanları düzenlemişler. Ancak arşivin konservatuvarda kalmasına müsaade edilmemiş. Paçacı konuyla ilgili olarak, “Muhtemelen iç çatışmalardan, Nadir Eserler Kütüphanesi’ne gönderildi. Ama iyi ki de gönderilmiş, şimdi hepsi muhafaza altında. O değerli taş plaklar, kayıtlar kamyonlara kürekle atılmış. Biz bulduğumuzu muhafaza etmeye çalıştık” diyor. İTÜ Konservatuvarı’nı bitirip de Türk müziği alanında ilk defa yüksek lisans açılınca Paçacı, bu süreçte konservatuvardaki birçok değerli hocanın yanı sıra Marmara Üniversitesi’nde Prof. Dr. Mustafa Tahralı’nın dersini de almış. 1992 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Türk Müziği Kulübü’nün sanat yönetmenliğini ve Osmanlı Müzik Teorisi hocalığına başlamış. Henüz bir senelik bir yüksek lisans öğrencisiyken Rauf Yekta Bey’in “Türk Müziği Nazariyatı” kitabını çevirmeye başlamış. “Şimdi düşünüyorum o gün için çok yüksek bir hedef. Ben aslında dönem yayınlarıyla karşılaştırıp, notlamaya da niyetlenmiştim ama yapmadım. Evlenmiştim, bir iki yerde de ders veriyordum. O beni zorlayacaktı” diyerek anlatıyor o dönemki çalışmalarını.

Devlet Konservatuvarı’nın bir denkliği yoktu

“Belediye Konservatuvarı’na girdim ancak konservatuvarla birlikte yüksekokul diplomam olması lazımdı. Çünkü babamdan gizli mühendisliği bırakmıştım ama bir üniversite mezunu olmam ailemiz için şarttı” diyor Paçacı. Belediye Konservatuvarı’nda verilen Türk müziği eğitiminin bir denkliği yokmuş. O dönemde Türk müziği eğitimi veren ve lisans düzeyinde diploma verebilen tek kurum Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’ymış. 1975’te kurulan konservatuvar, önce Kültür Bakanlığı ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’ne bağlanmış. Paçacı orada kemanı seçerek ilk iki sene Orhan Borar’dan Batı müziği tarzında keman dersi almış. Ardından Türk müziğine geçmiş ve Cevdet Çağla’nın talebesi olmuş. “Batı müziğini çok iyi çalıyordum, beşinci pozisyonu bitirmiştim. Ancak Türk müziğine geçince parmaklarım alışık olmadığı için zevk vermedi. Mezun olduktan sonra bıraktım kemanı” diyor Paçacı. Aynı zamanda Belediye Konservatuvarı’nda da Munir Bey’in yönettiği ve “öğrenciliğimizde hayranlıkla seyrettiğimiz zamanının tek Türk müziği icra topluluğu” diyerek anlattığı İcra Heyeti sınavını kazanarak 1983’te bu topluluğa ses sanatçısı olarak girmiş.

“Belediye Konservatuvarı ve 1986’dan itibaren İstanbul Üniversitesi içinde 2011 yılına kadar hep yarı zamanlı ve sertifikayla eğitim veren bir statüde kaldı Türk Müziği Bölümü. Benim bütün hocalarım oradan mezundu ama bir diploma muadeletleri yoktu. Beni aslında en çok mutsuz edip, ateşleyen mesele budur: Hocalarımın mutsuzluğu ve bölümün o kıymetli eğitime rağmen diploma verilmiyor olması” diyor Paçacı. Ancak OMAR’ı kurmasından bir sene öncesinde bu durum değişmiş. Kültür Bakanlığı’nda görev alan Paçacı’ya İcra Heyeti’ne dönmesi için teklifte bulunulurken, aynı zamanda lisans eğitiminin de sözü verilmiş. O dönem yönetimde Rektör Yardımcısı olan Prof. Dr. Faik Çelik, Paçacı’ya destek olarak Osmanlı Dönemi Mukayeseli Müzik Lisans Bölümü’nün açılmasına yardım etmiş. “Sonrasında 2012’de de ben OMAR’ı kurdum. “ diyor.

#Türk Müziği
#Konservatuar
#Gönül Paçacı Tunçay
#Türk Müziği Ansiklopedisi
1 yıl önce