|
Kevn, mekân, imkân, temkin
Azerbaycan coğrafyasının büyük şairi, Hallac-ı Mansur geleneğinin devamcısı İmadüddin Nesimi, Halep kadısı tarafından zındıklık ve mürtedlik ile suçlanıp dara çekilmiştir. Derisi dahi yüzülmüş de, etlerinin parçaları sarayın yedi kapısına asılmıştır.

Şol rivayet odur ki Nesimi'nin ölüm fetvasını veren kadı, büyük şairin kanının sıçradığı herhangi bir şeyin dahi yok edilmesi gerekeceğine hükmetmiştir. Gelin görün ki şairin derisi yüzülürken ondan sıçrayan bir parça kan kadı efendinin parmağına sıçramıştır. Hal böyle olunca, kendi verdiği fetva gereğince kadının parmağının kesilmesi icap etmiştir. Lakin kadının canı pek kıymetlidir. Parmaktan olmamak için 'bunda ne var, yıkarız geçer' deyip işin içinden sıyrılır. Bunun üzerine Nesimi de şu beyti okur: 'zahidin bir parmağın kesseler dönüp haktan kaçar / gör ki bu miskin aşığı serapa soyarlar ağlamaz'

Savaş öncesinin Halep'inde kabrini ziyaret edip ruhuna Fatiha yolladığım, kabrinin yanı başındaki küçücük mescitte iki rekât namaz kılma fırsatı bulduğum bu büyük şairin evinden uzakta oluşuna hep üzülmüşümdür nedense. Hatta o zamanlar, 'evinden uzakta iki şair: İmrul Kays ve Nesimi' isimli bir belgesel çekmeyi de planlamıştım. Ankara kalesinde yatan ünlü Arap şairi Ümrul Kays'ı ve Halep kalesinin dibinde yatan Türk şairi Nesimi'yi anlatmak istemiştim insanlara. Nasip olmadı.

Nesimi'nin başyapıtı olarak gördüğüm o ünlü şiirinin giriş beyti beni çok etkiler. Şöyle der şair: 'bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam / cevher-i lamekân benim kevn ü mekân sığmazam'

Aslında üzerinde saatlerce düşünüp konuşulabilecek, uzun uzun yazılabilecek derinlikte bir beyit bu. Ancak ben bugün bu beyitteki bir terkibe, 'kevn ü mekân' tamlamasına dikkat çekmek istiyorum.

'Kevn', oluş, vücut, var olmak, mevcudiyet, âlem, uzay ve kâinat gibi karşılıkları olan bir kelime. Kur'an'da 'kevni' olarak nitelendirilen ve evrenin mahiyetini tanımlayan, yani kozmolojik 50 kadar ayet vardır. Bu ayetlerde Allah, kâinatın vasıflarını sıralamakta, insanlara zati varoluşu için deliller göstermekte ve gören gözler için 'inkâr edilemezliğine' işaret etmektedir.

Mekân ise, kevn kelimesinden türetilmiş ve 'içinde var olunan yer' manası almıştır. Yani, kevnin içinde insanoğlunun var olmaya devam etmek için kendini kayıtlı hale getirdiği mahal. Böylelikle mekânın kevne uygun olması gerektiği de esastan önem arz eden bir hal almıştır. Mekân, kevne göre, yani Allah'ın şaşmaz bir düzenle yarattığı kâinata, uzaya, var oluşa uygun olarak üretilmelidir. İnsan bir yerin içinde var olacak ve var kalacaksa bu mutlak surette 'kevne uyum' ile sağlanabilir.

Şimdi burada duralım ve büyük mimar rahmetli Turgut Cansever'in muhteşem tespitine kulak verelim. Mimariyi 'insanın çevresini güzelleştirme çabasının bütünü' olarak tanımlayan Cansever, 'mekân ve imkân aynı köktendir. Dolayısıyla mekân varsa imkân da vardır' demiştir.

Mekân, yani içinde kevne uygun olarak var olabileceğiniz bir mahal varsa, imkân yani 'olabilirlikler alanı' da sizin için açılmış demektir.

İşte geldik, kevn, mekân ve imkân kelimelerinden mürekkep bir kulluk tanımı yapma imkânına. 'Kevne uygun bir mekânda imkânla hareket etmeye ve böylece temkin sahibi olmaya kulluk denir.'

Ne mutlu temkin sahibi olana…

O duvardaki şiir mi?







Bu mekânı niçin seviyorum acaba? Her daim taze çayları ve çayın yanında ikram ettikleri enfes tarçınlı kurabiyeleri için mi? Program yüzünden gidemesem de her cuma akşamı bir kitap müzayedesi düzenledikleri için mi? Dipten gelen bazen Farsça, bazen Arapça, bazen Kürtçe şarkılar için mi? Her gittiğimde bir dost yüz, bir ahbap görebilme imkanımı saklı tuttuğum için mi?

Sanırım, iki şair hanımın, yani Dilek Kartal ve Nebiye Arı'nın Üsküdar'da işlettiği küçücük Demlik Kafe'yi bunların hepsi için seviyorum.

Fakat itiraf etmeliyim ki, bunların hepsinden daha çok ilgimi çeken, bence daha değerli bir hususiyeti var Demlik'in: Duvarlarındaki şiirler. Bu kafede insanlar duvarlara diledikleri dilde, diledikleri şiiri yazmışlar. Öyle tatlı, öyle hoş bir atmosfer sağlamış ki bu şiirler mekâna…

Her gittiğimde 'acaba hangileri yeni' diye dikkatle inceliyorum duvarları. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın ve duvarları okuyun. Hatta herhangi bir boşluk bulabilirseniz, yazın şiirinizi. Şiir, kağıtta da, sokakta da, duvarda da çok güzel çünkü.

Bu kondisyon müzedeki parçalarda bulunmaz

İbrahim abiyle biz sürekli kavuklu ile pişekar gibiyizdir. Bir araya geldiğimizde sürekli çekişiriz. 'Adam beni pamuğum diye seviyor' diyeyim de siz anlayın gerisini. İbrahim Tenekeci'den bahsediyorum. Neredeyse 20 yıla varmış bir dostluktan yani.

Belki bilenleriniz vardır. Sevgili İbrahim Tenekeci, müthiş bir koleksiyonerdir. Benim 'abi, bunlar küçük burjuva alışkanlıkları yahu' diye dalga geçme girişimlerimi her seferinde boşa çıkartıp son derece önemli bilgiler verir bana sahip olduğu koleksiyonlar hakkında.

İmzalı kitap, tespih, taş ve bıçak İbrahim abinin temel koleksiyon alanları…

Malum, koleksiyoner ile basit toplayıcı arasında çok hayati farklar vardır. Bir koleksiyoner için 'toplamak' mutlaka bir intizam içerisinde ve özenle yapılması gereken bir eylemdir. Bir ustaya tespih yaptırmak için İstanbul'dan Rize'ye gitmişliği vardır Tenekeci'nin. Öyle olunca her tespih o koleksiyona giremez elbette. Mutlaka isim sahibi bir ustanın elinden çıkmalı, kondisyonu cok yüksek olmalı ve biriktirilmeye değer bir yanı bulunmalıdır parçanın. Oysa benim gibi 'basit toplayıcılar' için tespihin sadece göze hoş gelmesi ve çekim zevki vermesi yeterlidir.

Geçen gün, Tenekeci, bir ortak arkadaşımızın fincan koleksiyonu yapan eşine, gazete kağıtlarına sarılmış iki fincan getirdi. Fincanları özenle paketlerinden çıkarıp herkese tek tek gösterdikten sonra 'bu kondisyon müzedeki parçalarda bulunmaz' dedi. Meğer bu cümle, koleksiyonerlerin sahip oldukları parçaları övmek için kullandıkları bir kalıp cümle imiş.

Sonra cebindeki bağa tespihi çıkarıp anlatmaya başladı. Meğer bağanın kıymetlisi pres görmemiş olacakmış. Üstelik birkaç kaplumbağanın kabuğunun birleştirilmesi ile elde edilen bağa tespihlerin koleksiyonerler nezdinde çöp kadar değeri yokmuş.

İbrahim abi anlattıkça, onun o güzel, hayat yorgunu yüzünü izledim. Belki de aslında en değerli koleksiyonun 'insan biriktirmek' olduğunu düşündüm. Ve ne kadar şanslı olduğumu…

20 yıl önce Kağıthane'de o iki katlı kahvehanenin ikinci katında uzun uzun konuşmuş, güzel günlerin hayalini kurmuştuk. Böylece dahil olmuştu İbrahim abi 'koleksiyonuma…'

Yanından ayrılınca kendi kendime 'İbrahim abi be, sendeki kondisyon müzedeki parçalarda yoktur' deyip gülümsedim. Dünya daha güzel oldu.
#ismail kılıçarslan
#İmadüddin Nesimi
#Halep kadısı
9 yıl önce
Kevn, mekân, imkân, temkin
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi