Ülkemizde yürütme 1961 Anayasası'ndan başlayarak iki başlı değil, üç başlıdır. Milli Savunma Bakanı'na bağlı ve genel idare içinde yer alması gereken askeri bürokrasi, sivil otoriteye karşı özerklik kazanarak temel siyasi kararlarda yürütme ve yasamaya görüş dayatacak bir konuma gelmiştir
876 Anayasasının getirdiği sistemde, monarkın yetkilerinin bir meclisle sınırlanması, yeterli olmamakla birlikte önemli bir gelişmedir. Osmanlı İmparatorluğu'nda monarşinin meşruti bir nitelik kazanması, II. Meşrutiyet ile birlikte gelen 1909 Anayasa değişiklikleri ile sağlanmıştır.
Bu değişikliklerle ilk kez yasama ve yürütme organları padişahtan koparak demokratik organlar durumuna gelmişlerdir. Heyet-i Mebusan'ın yetkileri arttırılarak güçlendirilmiştir. Temsili niteliği ve yetkileri olan bir meclise karşı sorumlu bir bakanlar kurulu konmuş ve bakanlar kurulu bakımından güvenoyu mekanizması işlemeye başlamıştır. Ayrıca yürütmenin silahı olan “meclisi fesih” yetkisi padişahın tek başına kullanabileceği bir yetki olmaktan çıkarılarak belli koşullara bağlanmıştır (meşruti monarşi). Yasama-yürütme arasında yumuşak bir ayrılık öngörülmüş, düşürme-fesih dengesine dayalı klasik parlamenter sisteme adım atılmıştır. Ancak bu çabaların halka dayanmaması ve İttihat ve Terakki'nin tek parti durumuna gelip, ordunun da desteğiyle baskı, terör yöntemleriyle muhalefeti sindirmesi başarısızlığa neden olmuştur. Bu sonucun meydana gelmesinde ordunun aktif politika içine girerek sistemi yarı-askeri bir rejim durumuna getirmesinin rolü büyüktür.
1921 Anayasasının getirdiği model ise tamamen savaşa özgü sui generis (nevi şahsına münhasır) bir modeldir. Bu dönemde tüm yetki mecliste toplanarak yasama erki mutlaklaştırılmıştır. Bu model ulus devlete geçişin ara modelidir. 1924 Anayasası ile getirilen model ise meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında karma bir sistemdir. Bu sistemde organik ve işlevsel ayrılıklara da yer verilmiştir. Ancak yasamanın yürütme üzerinde etkili olabilecek yetkileri bulunmaktaydı. Hükümet meclisten güvenoyu almak zorunda olduğu gibi, meclis tarafından düşürülebilirdi. Buna karşılık hükümetin meclis karşısına fesih ve veto gibi önemli yetkileri yoktu. Kuşkusuz bu Anayasa da özel bir dönemin düzenlemesidir. Amaçlanan devrimlerle toplum ve devletin çağdaşlaşmasının kolay bir sistem içinde yerine getirilmesidir. Ancak çok partili sisteme geçildiğinde anayasal sistemin yetersizliği ortaya çıkmıştır.
1961 Anayasası ile getirilen sistemde artık güçler ayrılığı belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. 1961 Anayasası yasamadan “yetki” diye söz etmiş, yürütmeyi “görev” olarak isimlendirmiştir. Yürütme görevi kanunlar çerçevesinde yerine getirilecektir. Bu düzenlemede meclis üstünlüğü geleneği ile yürütmeden duyulan çekingenliğin etkileri bulunmaktadır. Yasama asli, yürütme ise türev bir yetkidir. 1982 Anayasası ise yürütmeyi yalnız bir görev olarak değil, “görev ve yetki” olarak nitelemiş ve yürütmeyi güçlendirmiştir. Anayasaya göre yürütme işlevi cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu tarafından yürütülür. İki başlı yürütmede cumhurbaşkanı meclise karşı sorumsuz, bakanlar kurulu ise meclise karşı sorumludur. Cumhurbaşkanının sorumsuz olmasının doğal sonucu tarafsız olmasıdır. Cumhurbaşkanı, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Ancak cumhurbaşkanına yarı başkanlık sisteminde görülen yetkilere yakın bazı önemli yetkiler tanınmış olduğundan cumhurbaşkanının tarafsızlığı gölgelenmekte, sorumsuzluğu ise tartışılır olmaktadır.
Aslında ülkemizde yürütme 1961 Anayasası'ndan başlayarak iki başlı değil, üç başlıdır. Milli Savunma Bakanına bağlı olması ve genel idare içinde yer alması gereken askeri bürokrasi, sivil otoriteye karşı özerklik kazanarak temel siyasi kararlarda yürütme ve yasamaya görüş dayatacak bir konuma gelmiştir. Askeri bürokrasi, Anayasada Bakanlar Kurulu'na ilişkin alt başlıkta ve bu kurulla eş düzeyde gösterilmiştir. Yarı askeri bir kurum olan MGK da aynı bölümde yer almıştır. Böylece bakanlar kurulu ile askeri bürokrasi arasında bağlantı kuran bir kurum oluşturulmuştur. Üçüncü erk olan yargı ise hem doğal yargıç ilkesi, hem yargılama birliği ilkesi, hem de yargıç bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi bakımından sorunludur. Çift başlı yargı nedeniyle siviller askerlerle birlikte işledikleri suçları nedeniyle askeri yargı alanına girmekte, askerler sivil suçları nedeniyle hatta askeri suç haline getirilmiş siyasi suçları dolayısıyla dahi askeri mahkemede yargılanmaktadırlar. Askeri Yargıtay ceza yargılaması alanında çift başlılığa neden olmakta, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi de idari yargıyı bölmektedir. Askeri yargıçların bağımsız ve güvenceli olmamaları bir yana sivil yargıçlar da aynı durumdadırlar.
Erkler arası gerginliğe neden olan durum askeri bürokrasinin her üç erki baskılamasıdır. Bu baskılama hem sorunların çözümünü bloke etmekte, hem de erklerin çatışmasına yol açmaktadır. Yürütmenin başı olarak darbeleri postmodern darbeyle önlemeye çalışan veya askerin hassasiyetlerini ön plana alan önemli yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanları yürütmenin diğer başı olan bakanlar kurulu ve başbakanla gerilim yaşamaktadırlar. Askerin baskılaması özellikle yüksek yargı organlarının tarafsızlıklarını hatta meclisin denetim faaliyetini etkilemektedir. Bu durumda üç erk arasındaki uyum ve düzen bozulmakta, gerilim çıkmakta, bu gerilim toplumu da tedirgin etmektedir. Hukuku siyasetin aleti durumuna getirmek hukukun felsefesine aykırıdır. Hukukun amacı adaletin ve özgürlüğün sağlanmasıdır.Hukukun siyasallaştığı bir yerde bu iki değer de yitirilir. Bu yaklaşım yüksek mahkemelerin tarafsızlıkları ve güvenilirlikleri konusunda kuşku yaratır.
Erkler arası gerginliğin nedeni anayasal düzenleme ile birlikte darbeler geleneğinin pratiğidir. Ordu İmparatorluk döneminde zaman, zaman iktidar değişikliklerinde önemli roller oynamıştır. Modernleştirilmeye çalışılan ordu 1905'ten itibaren yarı askeri bir güç olan İttihat ve Terakki aracılığıyla siyasileşmeye ve yeniden iktidar değişikliklerinde rol oynamaya başlamıştır. Antidemokratik, komplocu, baskıcı yöntemler kullanan İttihat ve Terakki ideolojik üstünlüğünü meşrutiyetin arkasındaki güç oluşundan ve 31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasında oynadığı rolden alıyordu. 9 yıl süren sıkıyönetim ve askeri yargı süreci İttihat ve Terakkinin baskı araçları olmuştu. Ordu İttihat ve Terakki üzerinden siyasete karışıyor veya karıştırılıyordu. Askeri güç siyasi ihtirasların tatmininde araç olarak kullanılıyordu. İttihatçıların orduyu siyasete sokmaları kendi karşıtlarının da ordu içinde örgütlenmelerine yol açmıştır(Halaskar Zabitan Grubu). Siyaset yapan, siyasete karışan ordu Balkan hezimeti gibi bir başarısızlık yaşamıştır. Askeri gücün siyasi işlere karışmasından doğan ve doğabilecek sakıncaları görenler olmuştur. Sadrazam Mehmet Kamil Paşa bu durumu önlemeye çalışırken İttihatçılar tarafından görevden uzaklaştırılmıştır. Yine Halaskar Zabitan Grubu tarafından yayınlanan bildiride ordunun tarafsız kalması ve yalnız askeri işlerle ilgilenmesi zorunluluğuna işaret edilmiştir. Ayrıca Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi Meclis'te okunan programında askerlerin siyasetle uğraşmalarının önleneceğini açıklamış ve bunun yasaklanmasına ilişkin olarak Askeri Ceza Kanunu'na ek bir kanun Meclis'te kabul edilmiştir. Ancak tüm bunlara rağmen askerin siyaset yapması engellenememiş, askeri güç imparatorluğu bir oldu bittiyle savaşa sokarak sonunu hızlandırmıştır. Bugün yaşananlar tarihin bir tekerrürü olarak yaşanmaktadır. İnternet yoluyla verilen muhtıra tam anlamıyla postmodern bir darbedir. Muhtırayı verenler cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası olan TCK 311. maddesindeki suçu ( TBMM'nin görevlerini kısmen yapmasını engellemeye teşebbüs) işlemişlerdir. Bu eylem cebir ve şiddet kullanarak (yani bireylerin iradelerini zorlamak suretiyle bozmak) anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek suçunu da (TCK 309) oluşturabilir. Bu eylemi yapanlara karşı dik durmak, Genelkurmay Başkanı ile telefonla görüştükten sonra rahatlayıp, söz yetiştirmek değil, Genelkurmay Başkanını kendisine bağlı bir kişi olarak çağırıp, muhtırayı verenler konusunda sorgulayıp, gerekli yasal işlemleri başlatmaktır. Yine internette muhtıradan sonra Harbiyeli Net sitesinden yayınlanan ve muhtıranın emekliliğine 4 ay kalmış bir orgeneral tarafından tarafından ekibi ile Genelkurmay Başkanı atlanarak hazırlanıp yayınlandığına ilişkin açıklama doğruysa durum daha vahimdir. Ya bu açıklama Genelkurmay Başkanını sorumluluktan ve baskıdan kurtarma amacıyla yapılmıştır ya da ordu içinde muhalif gruplar oluşmuştur. İkinci olasılığın doğru olması halinde daima tehlikesine işaret ettiğimiz husus siyasetin içinde yer alan,siyaset yapan,siyasete müdahale eden orduların asli görevini yapamaz hale gelip,zayıflamaları ve bir kırılma noktasında iç çatışmaya sürüklenerek ülkeyi maceralara savurmalarıdır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu'nun son yılları bunu doğrulamıştır. Hükümet iktidarda olmuş ama muktedir olamamıştır. Şemdinli olayından sonra ipin ucunu iyice kaçırmıştır. CHP ise 100 yıl sonra İttihat ve Terakki anlayışıyla zaten askeri vesayet altındaki demokrasi görüntüsünün de yok edilmesini başarmıştır. AKP' nin en büyük zaafı cemaatçi bir anlayışla gerçek demokrat çevreyle iletişim kuramaması, onlardan gerçek bir demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün gerçekleştirilmesi yönünde yararlanmaması ya da bu isteğe ve iradeye sahip olamamasıdır.
Bir erken seçim kaçınılmaz olmuştur. Ancak cumhurbaşkanını halka seçtirmek yarı başkanlık sistemine geçmek demektir. Bu iki krallı sistem demektir ve Türkiye'nin parlamenter sistem geleneğine aykırıdır. İki başlı sistemde krizler ve çatışmalar yaşanabilir. Bu durum sistemi iki kralın çekişmesine götürebileceği gibi, biri lehine işleyen monarşiye de götürebilir. Seçim sonucu yeni meclis başlangıç metni, ruhu ve lafzı ile yeni bir anayasa yapmalıdır. 1982 Anayasası yamalı bohçaya dönmüştür.Dili,anlatımı kötü bir anayasadır. Madde metinleri ile gerekçeleri arasında uyum ve tutarlılık bulunmamaktadır. Hukukçulardan bir bölümü madde metnine,bir bölümü ise gerekçesine dayanarak farklı görüşlere varabilmektedirler.
Bireyi suyun altında tutup boğmaya çalışan, devleti ise kutsayan 1982 Anayasası toplumsal sözleşme olmaktan çıkmıştır. Bu nedenlerle yeni meclis yeni bir anayasa yapma hedefi ile göreve başlamalıdır. Ancak bunun için oy veren seçmenlerin yarıya yakınının siytasi tercihlerinin parlementoya yansımayacağı bir seçim sistemi ile oluşacak iradenin yeni bir anayasa yapması, bu anayasanın meşruiyetine gölge düşürecektir. Yüzde 10 seçim barajı mutlaka düşürülerek, toplumun geniş anlamada temsili ile parlementonun kurucu meclis gibi çalışması sağlanmalıdır. Yeni anayasada tarihsel birikime dayanan parlamenter sistem korunmalı, cumhurbaşkanının yetkileri azaltılarak, sembolik ve tarafsız bir konuma getirilmeli, bakanlar kurulu ve başbakan güçlendirilmelidir. MGK kaldırılarak,askeri bürokrasi genel idare içine alınmalıdır.Askeri bürokrasi sadece dış güvenlikle ilgili görev sınırları içine çekilerek,genelkurmay başkanı milli savunma bakanına bağlanmalıdır. Jandarma teşkilatı kaldırılmalı, yerel yönetimlere bağlı kır polisi örgütlenmesi oluşturularak iç güvenlik sivilleştirilmelidir. Askeri mahkemeler, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılarak yargılama birliği sağlanmalı, doğal yargıç ilkesi anayasal bir ilke haline getirilmelidir. Tek bir yargıç statüsü ile yargıçların bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını sağlayacak yeni yapılanmalara gidilmelidir. Hakimler Yüksek Kurulu'nun başkanı İtalya'da olduğu gibi tarafsız ve sembolik cumhurbaşkanı olmalıdır. Savcıların ve avukatların güvence ve pozisyonları eşitlenmelidir. Yeni anayasa Kürt sorununu da çözecek bir yaklaşımı da sağlamalı, hak ve özgürlükleri hukuki güvenceye alarak özgür, yaratıcı, hukuka saygılı, barışçı ve uzlaşmacı bir toplumun yolunu açmalıdır.
* Emekli Askeri Hakim






