|

Çanakkale hükmünü icra etmeye devam ediyor

Çanakkale Savaşı'yla özdeşleşen Çanakkale Mahşeri adlı kitabın yazarı Mehmet Niyazi Özdemir, Çanakkale'nin gelecek nesiller ve dünya Müslümanları için çok şey ifade etiğini söylüyor. Bu savaşın, onurlu direnişlerin sembolü haline geldiğini belirten tarih araştırmacısı örnek olarak, “Biz burada bir Çanakkale Savaşı yürütmeye çalışıyoruz” diyen Suriyeli muhalif komutanı gösteriyor.

Yeni Şafak ve
04:00 - 13/03/2016 Pazar
Güncelleme: 02:54 - 13/03/2016 Pazar
Yeni Şafak

İslam medeniyetini ve onun asırlarca temsilcisi olan Türk milletini anlatmaya kendini vakfeden bir mü'min münevver Mehmet Niyazi Özdemir. Ömrünü kitaplara adadı. Gençlik yıllarını, doktora programı için gittiği Almanya kütüphanelerinde geçirdi. Bu yüzden yabancı öğrencilerle ilgili hazırlanan bir tv programında “küphanede yaşayan adam” olarak tanıtıldı. 20 yıl boyunca Alman kütüphanelerinde araştırmalar yaptı. Türkiye'ye döndüğünde hayat alanı yine ev ve kütüphane oldu. Sürekli araştırdı, okudu ve yazdı. Birbirinden değerli roman, hikaye, deneme, fikir eseri ve yüzlerce makalesiyle milli kültürümüze katkıda bulunurken; unutulan kahramanlıkları, bilgelik, vefa, sadakat, azim ve sebat gibi insani değerleri de hatırlattı. Okudukları ve yaşadıklarıyla geçmiş, bugün ve yarın arasında çarpıcı irtibatlar kurdu. İddialı değildi ama yazdığı kitapların alternatifi olmadı. Yazılmamış Destanlar, Yemen Ah Yemen, Plevne, Kanije, İslam Devlet Felsefesi, Türk Devlet Felsefesi alanlarında yazılan tek kitap olma özelliklerini korudu. Çanakkale üzerine bir çok kitap yazıldı ancak hiç biri onun Çanakkale Mahşeri kadar etkili olamadı. Adeta Çanakkale, Çanakkale Mahşeri'yle; Mehmet Niyazi de Çanakkale ile özdeşleşti. Ömrünü kitaplara vakfetmiş fikir ve düşünce adamıyla her zamanki mekanı olan İSAM Kütüphanesi'nde buluştuk. Tarih araştırmacısı Prof. Dr. Can Alpgüvenç'in de bulunduğu sohbette; Marmara Kıraathanesi etrafındaki hayatı anlattığı Dahiler ve Deliler kitabını, Çanakkale Savaşı'nı bugüne kadar en iyi anlatan belgesel romanı Çanakkale Mahşeri'ni ve Sultan 2. Abdülhamid'in deyimiyle “Avrupalı sırtlanların geçiş yerinde olanTürkiye”nin, Suriye üzerinden kuşatılmışlığını konuştuk.



Tarih, devlet felsefesi ve farklı konularda bir çok kitap yazdınız ama Çanakkale Mahşeri'yle özdeşleştiniz. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?



Almanya'da okuduğum yıllarda Köln Üniversitesi'nde bir eğlence vardı. Yaşlı bir profesör yanıma geldi ve “Çanakkale'yi bir daha yapabilir misiniz?” dedi . Tuhaf oldum. “Bilmiyorum, herhalde yaparız dedim.” Daha sonra Almanya'da 5- 10 kişi daha bunu sordu. Zaten günlerim kütüphanede geçiyordu. Çanakkale hakkında burada ne yazılmış bir bakayım dedim. Sadece bu konuyla ilgili yazılmış ve içinde Çanakkale bölümleri olan 7 yüz civarında kitap buldum. Sonra buraya geldim. Bayezid Kütüphanesi'nde baktım, içlerinde İntepe Topçuları, Ahmet Çavuş'un Serencamı gibi eserlerin olduğu 23 tane kitap var. Hepsi 20- 30 sayfalık kitaplar. Milli meselelerde bu bizim üzerimize yüktür, ben bunu yazmalıyım dedim. Bir taraftan da altından kalkabilir miyim diye endişe ediyorum. Temel Yayınları sahibi Osman Selim Kocahanoğlu vardı. Kütüphanede karşılaştık. Neler yaptığımı sordu. “Çanakkale ile ilgili bir kitap yazmak istiyorum ama altından kalkabilir miyim diye düşünüyorum” dedim. “Ne yazacaksın kardeşim. Adamlar geldiler iki bomba attılar, bizim ordumuzu orada görünce çekip gittiler. Çanakkale budur. Nesini yazacaksın?” dedi. “Sen ki üniversite mezunusun, yayıncısın ve bunu söylüyorsun. Bu kitabı yazmam farz oldu” dedim ve oturup yazdım.



Kitabın içindeki örneklemeler, verilen bilgiler gerçek olaylardan mı yoksa hayal ürünü mü?



Hepsi gerçektir. Orada sadece iki tane muzır olan adam var. Hep kahramanlıklar anlatılmış denilmesin diye onları koydum. Onun dışında hepsi tarihi kahramandır.



Tarihi roman yazımında hassasiyet daha fazla mı olmalı?



Olmalı ama ne yazık ki öyle yapmıyoruz. Adam kendi kafasından kurgu yapıyor. Okur biraz meseleyle hemhal olduğu zaman bakıyor ki bu kitap kurgu. Bu yüzden o kitaplar da ilgi görmüyor. Halbuki tarihi olayları, oradaki kahramanları merkeze koyarsak, gelecek nesiller de o kahramanlara özenir ve memleketimiz için faydalı insanlar olur.



Roman da olsa insanlar oradan tarihi bilgiler edinmeli mi?



Evet, tarihi bilgileri doğru olarak almalı.





Kitabı yazmazdan önce Çanakkale'ye gittiniz mi?



Aşağı yukarı 30 defa gittim.



Araştırmalarınız sırasında ilginç, etkileyici olaylar yaşamışsınızdır herhalde?



Ezine'ye gitmişim. Bir kaymakam vardı. Ülkücüydü sanırım. “Nüfus memurluğuna gideceğim. Orada bizi terslerler, bir yazı verseniz de gitsem” dedim. “Tamam, ben şimdi telefon ederim size yardımcı olurlar” dedi. Ezineli Yahya Çavuş'un izini sürüyordum. “Hocam, Yahya Çavuş'la ilgili burada hiç bir bilgi yok. Herhalde bir başka memlekete gitmişler” dedi. Kaymakamlıktan çıkıp nüfus memurluğuna gittim. Şansıma bilgiler güncellenmiş. Baktık, Yahya Çavuş Ezine'nin Koçali Köyü'ndenmiş. Memur, bana vereceği kağıda sesli şekilde yazıyor. “Yahya Çavuş'un oğlu Muharrem, onun da oğlu kaymakamın çaycısıdır.” Kağıdı aldım, kaymakamlığın yolunu tuttum. İçeriye girdim ve kaymakama “Bana bir çay söyleyebilir misin?” dedim. “Tabi hocam” dedi. Çaycı geldi. Tam gideceği sırada, “Bir dakika, senin baban Muharrem mi?” diye sordum. “Evet” dedi. “Deden Yahya Çavuş mu?” “Evet.” Kaymakam ayağa kalktı, “Ulan beni de rezil ettin” dedi. Böyle çok olaylar yaşadım.



ÇANAKKALE MÜSLÜMANLAR İÇİN DİRENİŞ SEMBOLÜDÜR



Çanakkale Savaşı hükmünü icra etmeye devam ediyor mu?



Ediyor tabi. İyi yazılıp iyi anlatılabilirse gelecek nesiller için çok şey ifade eder Çanakkale. Geçmiş zaman, bir gün buradan karşıya gidiyordum. Çanakkale'de yangın çıkmış. Dört beş tane genç oraya ağaç dikmeye gidiyor. Biri diğerine Mahmut Sabri diyor. Diğeri ona Selaaddin Bey diyor. “Adın Mahmut Sabri mi?” diye sordum. “Yok” dedi. “Biz buradan Çanakkale'ye giderken oradaki subayların ismini kod adı olarak alıyoruz.”



Etkilendiniz mi?



Fazlasıyla. O kahramanlar yaşatılıyor. Benimsemişler ve özümsemişler onları..



Çanakkale Mahşeri kitabı da görevini ifa etmiş. Gençlerde tarih şuuru uyanmış.



Bilmiyorum, olabilir. Müthiş bir direniş ve savunmaydı o. Suriye'de çarpışan muhaliflerin liderlerinden birisi geçenlerde Türkiye'ye geldiğinde, “Biz burada bir Çanakkale Savaşı yürütmeye çalışıyoruz” diyordu. Çanakkale müthiş bir direnişti. Suriye'de de bir direniş var ve o direnişi bu isimle sürdürmek istiyorlar. Müslüman alemi için sembolleşmiş.



Alman profesörünün size sorduğu soru vardı. Çanakkale'yi tekrar yapabilir misiniz diye. Şimdi yine bir kuşatılmışlık içindeyiz. O savunmayı tekrar yapabilir miyiz?



Bizim milletimiz bu kadar erozyona rağmen köklü bir kültürden geliyor. Rahatlıkla yapabiliriz. Aydın dediğimiz tabaka bu millete karşıdır. İttihat Terakki zamanında da karşıydı, bugün de karşı. Ama Allah'a şükür Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek gibi isimler orta yere bir milli mesele çıkardılar. Günümüzde entellektüel zümre eskisine nazaran devletimize ve milletimize daha yakın, daha güçlü.





ÇADIRIMIZ SIRTLANLARIN GEÇİŞ YOLUNDA



Suriye üzerinden kuşatıldık, karşımızda çok farklı ittifaklar var. Dün dost bildiklerimiz, müttefiklerimiz, tarihi düşmanlarımız ve içerideki piyonları kol kola. Farklı bir savaş içerisindeyiz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?



Sultan Abdülhamid Han, hatıralarında Düvel-i Muazzama yani Avrupa'nın büyük devletlerinin Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini anlattığı bölümde;



“Bizi her şeyden fazla felâkete iten, büyük devletlerin entrikalarıdır. Bu devletler, tabiiyetimizdeki milletleri, arka arkaya isyana teşvik etmek suretiyle, bizi her sene daha fazla sıkıntıya düşürmektedirler. Her sene bu uğurda, hiç faydasız sarf ettiğimiz milyonlarla, ne kadar lüzumlu işler yapılabilirdi. Fakat bu büyük devletler, geniş topraklara yayılan imparatorluğumuzu inşa etmek için ne zaman bıraktılar, ne de sükûnet... Yine bu sebeple halkımızı geliştirme imkânı da bulamadık. Zayıf kalmamızın sebebi budur. Bize hiç olmazsa, on senelik bir sulh zamanı tanınsaydı, Japonların o kadar methedilen terakkilerine biz de muvaffak olabilirdik. Onlar Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyardırlar; emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırımızı kurmuşuz.” diyor. Bugün Suriye'de bu sırtlanların kapışması var. Ama bakalım sonu ne olacak? .



İran'ın bölgedeki durumunu ve tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?



Osmanlı Avrupa ile savaş yaptığı zamanlarda, İran papalıkla 26 defa ittifak yapmıştı. Ben İran'ın hiç bir şeye inandığına inanmam. Şiilik davasıyla İslam dünyasını ikiye bölüyorlar ya hani. Bildiğim doğruysa eğer İslam dünyasında şiilerin oranı yüzde 9'dur. İran, İslamiyet'i kendi devlet menfaatine kullanıyor. İstismar ediyor. Asıl amacı, mezhepçiliği kullanarak Pers devletini dünyaya hakim kılmak. Ortadoğu'ya en yakın millet İngilizler'dir. Churchill, “Biz Ortadoğu'yu Amerika'ya ödünç verdik. Zamanı geldiğinde tekrar geri alacağız” diyor. İngiliz dışişleri bakanının geçenlerde bir açıklaması vardı. “Rusya, Suriye'den çok zor çıkar” diyordu. Demek ki onlar orayı gayet iyi biliyorlar.





Ruslar'ı İngilizler mi soktu Ortadoğu'ya?



Onu bilmiyorum ama hariciye bakanı böyle söylüyor. Buradan Ruslar çok kötü çıkar. Afganistan gibi olur demek istiyor.



Görünürde ABD, Rusya, İran var ama esas oyun kurucu İngilizler mi diyorsunuz?



Evet. Onların burayı parsellemesine Avrupa da biraz şaşı bakıyor.



Almanlar?



Almanlar da öyle. Çünkü Rusya, Amerika buraya girdikleri zaman sömürecekler ve daha güçlü hale gelecekler. Almanlar'ın da bu dünyada hesapları bitmemiştir.



Almanların 7B planından bahsediyordunuz bir röportajınızda. Nedir o?



Berlin, Budapeşte, Belgrat, Bükreş, Bosforus yani İstanbul, Bağdat ve Basra'yı takiben Bombay... Berlin'den Basra Körfezi'ne uzanan hatta ulaşma stratejisi olarak özetlenebilecek bir hedeftir bu. Almanlar bu topraklardaki zenginlikleri sömürmek isterler. Onun için bu coğrafyada ayakları yere basan güçlü bir devlet oluşmasına izin vermezler.



Bir de Lawrens'in söyledikleri vardı.



1920- 21'lerde Kerkük ve Musul'da referandum yapılacaktı. Burada ağırlıklı olarak Türkler ve Kürtler bulunuyor. İngilizler kamuoyu çalışması yapıyor ve görüyorlar ki halkın yüzde 96'sı Osmanlı'ya bağlanmak isteyecek. Onun üzerine Lawrens, İngiltere Krallığı'na bir mektup yazıyor. Burada 100 sene daha uğraşırsak Türkler ile Kürtler'i karşı karşıya getirir ve istediğimiz sonucu alırız diyor.



100 yıl önce yapılan bu hesaplar devam ediyor mu?



Ediyor ve ne yazıktır ki biz bu konuda hiç bir zaman tedbir alamadık. Kürtler kışkırtan Batı da gördüğümüz gibi sonuç alıyor.



Varolmak Kavgası adlı ilk romanınızda bütün dünya ile beraber Türkiye'yi de sarsan 68 gençlik hareketini ele aldınız. Sonrasında gelen romanlarınız hep yazıldığı dönemin panoraması gibi oldu. Dahiler ve Deliler de bunlardan biri. Sizi bu romanı yazmaya götüren sebep nedir?



Bayezit'teki Marmara Kıraathanesi'nin bir dönem kültür ve sanat hayatımızda çok önemli bir yeri vardı. Fikrimin şekillenmesinde de etkisi çok büyüktür. Sezai Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek, Sedat Umran, Mükrimin Halil Yinanç, Ziya Nur Aksun, Erol Güngör, Nihal Atsız gibi isimlerle orada tanıştım. Onları anlatmak istedim.



Kıraathane ile ilk nasıl tanıştınız?



Tesadüfen. Bayezit'ten eve gidiyordum. Bir yağmur döküldü, ben hemen bir kahvehaneye girdim. Elimde kitaplarla masaya oturdum. Biri kısa diğeri uzun boylu iki adam vardı. Uzun boylusu kısa boyluya hürmet ediyordu. Elimde kitap olunca kısa boylu olan, “Gel bakalım sen talebesin seni imtihan edelim” dedi. “2. Mahmud'un ölümü ne zaman oldu?” diye sordu. Tesadüfen günüyle bildiğim bir tarihti. “2 Temmuz 1839” dedim. “Aferin” dedi. Yavaş yavaş masa çoğalmaya başladı. Ben geri doğru kaydım. Enterasan bir dünya, çok farklı meseleler konuşuluyordu. Meğer ilk karşılaştığım kişiler Mükrimin Halil İnanç ile Emin Ali Çavlı beymiş. Sonradan oranın müdavimi oldum.



Nasıl bir mekandı?



Her renkten, her meşrepten insan vardı. Devrin önemli fikir ve sanat adamları, gazeteciler, politikacılar, üniversite öğrencileri, işadamları, esnaflar, işçiler, meczuplar hepsi vardı.



Neden Dahiler ve Deliler? Dahiler biraz deli midirler?



Dahilerle frekansımız uymadığı için deli deriz. Aykırıdırlar. Deli Halit Paşa gibi.



Sizin dedelerinize de Deli Hafızlar denirmiş...



Babamın amcası o. 93 Harbi'nde köyünü korumak için Ruslar'la deliler gibi savaştığı için öyle demişler. Ben gençliğimde bir defa gitmiştim köye. Yaşlı bir adam onu bana anlatırken, “25 tane Rus'u vura vura şuraya yığdı” demişti.



Balkan Harbi'ne katılan babanız mıydı?



Birinci Balkan Harbi'ne Süleyman amcam katılmış ve Edirne yakınlarında şehit düşmüş. Sonra babam 18 yaşına gelince İkinci Balkan Harbi'ne babamı almışlar.





ÇOCUK AKLIMIZLA DOKTRİN YAZIYORDUK



Dahiler ve Deliler kitabınızın kahramanı Kartal, hayalperest bir genç. Sanat kültür alemini sarsacak bir roman yazmak istiyor ama bir türlü yazamıyor. Onun başaramadığını Çanakkale Mahşeri'yle siz mi yaptınız?



Bilmiyorum. Herhalde öyle oldu. Kartal halen yaşıyor. Merter'de bir tekstilcinin yanında çalışıyordu. İpe sapa gelmez tuhaf bir adamdı. Annesi Hafize hanım çok mazbut bir kadındı. Onunla boğuşup dururdu.



Üniversite yıllarınız 27 Mayıs askeri darbesinin etkisi altında geçiyor. Kulis faaliyetleri yapıyorsunuz. Devrimci gençliğe karşı demokrat gençlik hareketi sizin gayretinizle mi oluşmuştu?



Estağfurullah, ben de aralarında bulundum. Menderes'in devrilmesinde üniversite talebeleri ve talebe teşekkülleri önemli rol oynamıştı. Bu bize şunu gösterdi. Bir memlekette siyasi bir güç olabilmek için gençliğe hitap edilebilmeli. Talebe kuruluşları ele geçirilebilmeli. Milli düşüncede olan hiç bir cemiyet yoktu. Birkaç arkadaşla birlikte mücadele etmeye karar verdik. İlk önce Rasim Cinisli'nin başkanlığı ile MTTB'yi ele geçirdik. Cinisli'den sonra yapılan kongrede kongre başkanı oldum. Birkaç ay MTTB başkanlığı yaptım.





MTTB'yi ele geçirmezden önce Marmara Kıraathanesi'nde doktrinler yazıyorsunuz. Adını da Das Dava koyuyorsunuz. Eğer romanda yazılanlar doğruysa?



(Gülüyor) Doğru, hepsi doğru. Çocuk aklımızla böyle şeyler yapıyorduk. Reşat var. O da yaşıyor. Onunla birlike yazıyorduk.



Lideriniz Mu Mehmet?



O kalp sekmesinden rahmetli oldu. Enterasan bir adamdı. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi mensubuydu. 1948 senesinde


Saraçhane mitinginde kürsüye çıkıyor. Millete hitap etmek kolay değildir. Aklına bir şey gelmiyor. İsmet Paşa'yı burada asacağız diyor. Polisler peşine düşüyor. Kaçıyor, kaçıyor, Kongo'ya kadar gidiyor. O yüzden çok pimpirikliydi. Doktrini yazarken bize söyler, kendisi gidip Bayezid Meydanı'nı dolaşır öyle gelirdi.



Sonradan Binbaşı Hüsrev de katılıyor aranıza...



O albaydı ama çocukları niye babamı bu duruma düşürdün diyerek dava açmasınlar diye rütbesini düşürdüm, binbaşı yaptım. 27 Mayıs'tan sonra İstanbul Emniyet Müdürü'ydü. Kartal'dan daha büyük hayalperestti.



HARÇLIKLARIMIZLA YAYINEVİ KURDUK



MTTB başkanlığından sonra ne yaptınız?



Bu tür faaliyetlerden çekilip bir iki arkadaşımla yayıncılığa başladım. O günlerdeki siyasi yelpazenin sağında yer alan yazar ve şairler kitaplarını bastırabilecek yayınevi bulamıyordu. Şiddetle bir yayınevine ihtiyaç vardı. Arkadaşlarla babalarımızdan aldığımız harçlıklara güvenerek bu işe soyunduk.



Ötüken Neşriyat'ı kuruyorsunuz.



Evet, ilk yayınladığımız kitap Necip Fazıl'ın Reis Bey adlı tiyatro eseri oluyor. Ardından Peyami Safa'nın kitapları geliyor. Daha sonra profesyoneller geçti, daha iyi oldu. Biz olsaydık kötü olurdu, götüremezdik. Biz yayıncılık yapamazdık çünkü. Ufak işler yapardık. Kitap yazardık.



Tam tersine en büyük işi yaptınız. Ömrünüzü kitaplara ve kütüphanelere adadınız. Gençlik yıllarınızı Alman kütüphanelerinde geçirdiniz. Köln'deki kütüphanenin de devamlı sakinlerinden miydiniz?



Evet, orada bir hanım vardı kütüphane görevlisi. Anamız gibi bir kadındı. Ben arka taraflarda bir yerde otururdum. Masanın üzerinde de bir iki ufak tefek eşyam bulunurdu. Türkiye'ye geldiğim zaman oraya kimseyi oturtmazmış. Buranın sahibi gelecek dermiş. Almanlar söylüyorlardı.



70'li yıllarda Almanya'da yabancı öğrencilerle ilgili hazırlanan bir tv programında sizin için 'kütüphanede yaşayan adam' ifadesini kullanmışlar. Halen yaşamaya devam ediyorsunuz. Bütün gününüz burada mı geçiyor?



Son zamanlarda sağlığım biraz bozulduğu için geç geliyorum. 11'den sonra gelip akşam olunca evime dönüyorum.





BÜYÜK MİLLETLER IRKÇILIK YAPMAZ



Dahiler ve Deliler romanınızda, Marmara Kıraathanesi müdavimleri arasında bir de Cezayirli var. Fransa Parlamentosu'ndan emekli Abdüsselam Hikmet...



Evet, kıraathaneyi Nuh'un gemisine benzetiyordu. “Paris'i bırakıp niye İstanbul'da yaşıyorsun?” diye soranlara kızıyordu.



Osmanlı'nın ve Türkiye'nin özelliklerini anlatırken de eğer “Osmanlı olmasaydı Kuzey Afrika'da Arap ve Berberi kalmaz hepsi ya Fransızlaşır, ya İtalyanlaşır, ya da İspanyollaşırdı” diyor ve Osmanlı ve devamı olan Türkiye'de, Batı'daki gibi ırki motiflerin öne çıkmadığını söylüyordu. Onun dediği gibi Türkler'de ırkçılık olmadı mı hiç?



Olmaz, büyük milletler ırkçılık yapmaz. Menderes zamanında, İskenderun'da, Antalya'da akşam hava karardığında gemilerimiz Libya'ya silah götürüyordu. Libya'ya gidiyor, oradan develerle Cezayir'e geçiyordu. O sıralar Libya'nın başbakanı Mustafa bin Alim'di. Bu adam daha sonra Londra'da hatıralarını yazdı. “Menderes olmasaydı Cezayir de olmazdı Afrika milletleri de olmazdı” diyor. Osmanlı'nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, -her ne kadar buranın vesayetçileri Menderes'i asacak kadar ileri gitmişlerse de- bu misyonunu sürdürüyor. Cezayir'i gözardı etmiyor.



Dışarıdaki Müslümanlar çok farklı bakıyorlar galiba Türkiye'ye?



Almanya'ya giderken Romanya'dan geçiyordum. Çavuşesku zamanıydı. Bir caminin etrafında gezinirken iki Roman ile tanıştım, beni yemeğe götürdüler. Yemekte bana İstanbul'u methediyorlar. “Bükreş kasaba, İstanbul şehir” diyor. “O kadar büyük ki, bir ucundan diğerine 250 kilometre gidiyorsun. Pazarda hep altın var. Başka yerde altın yok. Sadece İstanbul'da var.” diyor. Anlattı, anlattı sonra “Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu bana. Morali bozulmasın diye, “Memleketimiz büyük harplerden çıktı. Biraz fakr-u zaruret içerisinde kaldı. Almanya'ya gittik oradan para gönderiyoruz. Tekrar büyük bir Türk dünyası, İslam dünyası oluşturacağız” dedim. Güldü, “Sen de benim gibi cahilsin.” “Niye?” dedim. “Devlet oraya adam gönderdi. Sana sırrını söyler mi? Cepheyi belki oradan açacak.” Türkiye'nin zaafiyetini kabul etmiyor, edemiyor.



Romanya'daki Roman kardeşimiz, Balkanlar'daki bütün Türkler ve Müslümanlar öyle düşünüyor ama Türkiye'de bazıları mevcut olan gücümüzü bile kabullenemiyor, ülkelerini küçük görmekten neredeyse haz alıyor. Bu kendine güvensizlik, aşağılık kompleksi nasıl oluşmuş?



Propaganda ile de bu hale geldik. Komleksli olanlara bakın, ya Avusturya, ya Fransız, ya da Alman lisesinden geliyorlardır. O liseler komleksli nesiller yetiştirdi. Ama Haydarpaşa, Vefa gibi liselerden mezun olanlar onlar gibi değildir. Yabancı dillerde belki fazla hakim değiller ama hatırı sayılır bir şahsiyet oluşturdular.





#İslam medeniyeti
#Balkanlar
#Plevne
#Kanije
#İslam Devlet Felsefesi
#Türk Devlet Felsefesi
8 yıl önce