|

Herkes hayatında kaybettiğini arar

“Herkes hayatının bir yerinde kaybolur” diyen Tarık Tufan, dokuzuncu romanı Kaybolan ile okuruyla buluştu. Bu kez insanın kim olduğunu bulma serüvenini ele alan yazar, “İçsel çatışmalar büyüdükçe ruhumuz ve kalbimiz anlamı idrak etmenin sınırlarına yaklaşıyor. İçe dönüş sarsıntılı bir yolculuk” diyor.

Seray Şahinler Demir
04:00 - 18/10/2020 Pazar
Güncelleme: 23:11 - 16/10/2020 Cuma
Yeni Şafak
Tarık Tufan
Tarık Tufan

Günümüz insanın belki de en büyük sorunsalı kimlik ve benlik arayışı. Kendimize sık sık sorduğumuz soru “Ben kimim?” hayatın her döneminde zihnimizi kurcalıyor. Bu arayış içinde ise zaman zaman kaybolduğumuz bir gerçek… Yazar Tarık Tufan yeni romanı “Kaybolan”da işte tam bu meselenin peşinden gidiyor. Doğan Kitap etiketiyle okuruna kavuşan roman, baş kahramanı Hakan’ın kaybolmasıyla başlıyor. Ve roman boyunca hepimize tanıdık gelen çetrefilli meselelerin izini sürüyor. Serüvenine İstanbul sokaklarını, Türk ve dünya edebiyatının önemli yazarlarını dahil eden roman, hatıralarla yüzleşmenin, ilk aşkın ve kendini aramanın evrensel yolculuğu aynı zamanda…

Romanlarının yanı sıra belgesel ve kurmaca film senaryolarıyla sanatseverlerin yakından takip ettiği Tarık Tufan romanın hemen ardından Boğaziçi Film Festivali’nde de sevenleriyle buluşmaya hazırlanıyor. Uzak İhtimal filmiyle İstanbul Film Festivali’nde, Yozgat Blues filmiyle Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Senaryo” ödüllerini kazanan Tufan, 23 – 30 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek 8. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın jüri başkanlığını yapacak. Biz de bu vesileyle Tufan’la buluştuk, yeni romanını, festivali ve yeni projelerini konuştuk…


Dokuzuncu romanla okurun karşısındasınız. Kaybolan’ın yola çıkış serüvenini dinlemek isterim önce. Kaybolan’ın meselesi nedir?

Kaybolan’ın meselesini iki cümleyle özetleyebiliriz: Hayatın en çetrefilli meselesi, çözülmesi en zor sırrı, gerçekte kim olduğumuzdur. Çünkü herkes hayatının bir yerinde kaybolur. Bir an gelir ve kendinize sıradan gibi görünen sarsıcı soruyu sorarsınız: Kimim ben? Gerçekten yaşamak istediğim hayat bu muydu? O andan itibaren başka biri olursunuz; eski benliğinizin içinde sıkışıp kalmak yerine yeni bir varoluşun peşine düşersiniz. Geriye dönüş yoktur; arafta hapsolmak veya gerçekte kim olduğunun sırrını çözmek arasında gidip gelir insan. İnsan kendini aramaya geçmişinden başlar, nerede kaybettiğini bulabilirse bir şeyleri düzeltmenin mümkün olacağını bilir. Hatırlamak ve cesaretle yüzleşmek bu zorlu arayışın ilk adımı. Çokları kaçmayı seçer; görmezden gelmeyi, arafta hapsolmak pahasına yok saymayı. Naylon duyarlıklar, büyük söylevler, sahte kelimeler arasında dolanır durur. Şehir hem keşfin hem kaybolmanın mekânıdır; keşif ve kaybolma iç içe ilerler. Umudu kestiğiniz anda önünüze açılan kocaman bir meydan, hayata yeni anlamlar, hevesler katar. İstanbul bu açıdan büyülü bir şehir; aynı anda kaybolarak kendinizi bulabilmenin gizemini barındırıyor sokaklarında. İlk anda çelişkili gelen bir durum bu: Anlam ve kaos iç içe. Romanda bu yüzden çokça İstanbul var.

KAYBOLMAYI GÖZE ALMAK GEREK
Kaybolan, baş kahramanı Hakan’ın kaybolmasıyla başlıyor. Aslında hepimiz kitaptakiler gibi kaybolmanın kısır döngüsü yaşıyoruz. Benlik ve bellek meselesi hepimizin hayatının sorunsalı belki de. Bugünün insanın kaderi midir kaybolmak? Ve roman, okura bu noktada ne söylüyor?

“Benlik” dediğimizde hangi anlam dünyasını içine alıyoruz? Çok katmanlı bir varoluş süreci bu. Süreç diyorum çünkü “benlik” anbean kendini üretmeye devam ediyor. İçinde kişilik özellikleri, hafıza, muhayyile, tecrübeler, içe ve dışa dönük biliş süreçleri gibi pek çok şeyi barındırıyor. Onun için “benlik” üzerine düşünmeye başladığınızda insanın derin dehlizlerinde kaybolmayı göze almak gerekiyor. İçe dönüş bu anlamıyla sarsıntılı bir yolculuk. Kendi üzerine düşünmek. Kendi tuzaklarına yakalanmak yol almak. Kendi pusunda beklemek. Bu böyle sürer gider. Kulağa ne kadar çetrefilli gelse de ben bunu “kısır döngü” olarak görmüyorum. Olsa olsa insani bir döngü. Çünkü içsel çatışmalar büyüdükçe ruhumuz ve kalbimiz anlamı idrak etmenin sınırlarına yaklaşıyor. Büyük edebiyatçılar ve sanatçılar yaralı kalpleriyle, sancılı ruhlarıyla, eziyet içindeki bedenleriyle o sınırların ucunda geziniyorlar.

Kaybolan, bu noktada okurun karşısına üç karakter çıkarıyor: Yıldız, Sonay ve Hakan. Üçünün de karakteri farklı, olaylarla baş etme biçimleri farklı, duygulanım biçimleri farklı ve üçü de kaybolmuş. Kimsenin kaybolması bir başkasınınkine benzemiyor. Üçünün hayatları birbirine değdiği için kendilerini ararlarken diğerleriyle yüzleşiyorlar. Üçü de tanıdığımız insanlar. Etrafımızda görüyoruz, tanıyoruz. Roman üç karakter üzerinden okura bir soru soruyor: Sen hiç kaybolduğunu düşündün mü? Bundan sonrası okurun dünyasına kalıyor.

Kaybolan hem kendi geçmiş kitaplarına hem Tanpınar, Rilke, Tezer Özlü gibi isimlere atıflar içeriyor. Bölümleri böyle kurgulama tercihinden de bahsedebilir misiniz?

Yazdığım her romanda başka yazarlara bir vesileyle atıfta bulunmak hoşuma gidiyor. Kimilerini bir karakter olarak kullandığım da oldu. Genellikle bu yazarlar okumayı sevdiğim, farklı yazarlık özellikleriyle dikkate değer bulduğum insanlar. Okuru biraz kişisel yolculuğuma davet ediyorum bu vesileyle. Kaybolan’da bölüm başlarında epigraflar var. Bazılarını okurun merakını pekiştirmek bazılarını da bölümün duygusunu derinleştirmek için kullandım. Romanların ortak dünyası var ve orada karşılaştığım büyük romancılara selam vermek beni mutlu ediyor.

NEYİ ARADIĞIMIZI DÜŞÜNME VAKTİ GELDİ
Romanda aynı zamanda kendini arayış da söz konusu. İkili ilişkilerde, günlük yaşamda, aradıklarımızda, bulamadıklarımızda… Kaybolanlar bunu nasıl başaracak?

Bugün insanların pek çoğu kaybolduğunun farkına varıyor. İçinde yaşadığımız kurgu sığ, yapmacık, kolay tüketilebilir ve ucuz olanı yüceltiyor. Tabii ki bunu kaba saba yapmak yerine, daha incelterek, süsleyerek, paketleyerek yapıyor. Modern büyücüler peyda oldu ve insanlara metafizik soslu, astroloji soslu, psikoloji soslu anlam paketleri pazarlıyorlar. Bir halta benzemeyen, akıldan, duygudan, derinlikten yoksun basit cümleler, dünyanın en hakikatli sözleriymiş gibi alıcı buluyor. Bu vasata nasıl geldik? Bütün dünya nasıl bu sahte metafizik ve felsefe makyajlı söylemlerin peşine düştü? Aradığımız şey gerçekten bunlar mı?

Tam burada duralım. Neyi aradığımızı ve nerede bulabileceğimizi yeniden düşünmenin zamanı geldi. İnsanın yitirdiği dünyayı ve kendisi dahil kaybettiklerini hatırlatabilecek en güçlü şey büyük roman. Bugünün insanını en çelişkili ve dramatik yanlarıyla anlatmayı başaran Oğuz Atay neyin peşindeydi? Büyük söylevlere ve katı ideolojik perdelere aldırmadan insanın sahici dünyasına daldığında ne gördü? Arayışımıza yardımı olacak büyük romancılarımız var.

İYİ ROMAN SİNEMACIYI İYİ FİLMİ YAZARI DESTEKLER
Bir de sinema kariyeriniz var… Senaryosunu yazdığınız filmler çok ses getiriyor. Edebiyat-sinema arasındaki ilişki nasıl sizde?

Roman ve sinema iki ayrı anlatma biçimi. Muhataplarına kocaman bir dünya açıyorlar; karakterlerle, olaylarla örülmüş bir dünyayı önlerine seriyorlar. Birinde yalnızca kelimeler varken diğerinde ses, ışık ve görüntü de devreye giriyor. Dolayısıyla anlatmanın formu değişiyor. İkisi de kendi dilinin derinlikleri nispetinde vaatte bulunuyor. Elbette iki ayrı anlatı formu olarak birbirilerini destekleyebilirler ve destekliyorlar da. İyi romanlar, sinemacıların anlatısını güçlendirirken, iyi filmler de romancılara yeni dünyalar açabiliyor. Mesele hikâyeyi iyi anlatabilmekte. Bunun için bütün sanat üretimleri birbirine ilham verebiliyor. Güçlü bir resim yahut çarpıcı bir müzik eseri hem edebiyatçılara hem sinemacılara derinlik katabiliyor, estetik bakışını daha ötelere taşıyabiliyor.

Benim çalışmalarımda da bunların iç içe geçtiğini söyleyebilirim. Romana ve senaryoya çalışırken kimi melekeler bir diğerini güçlendirebiliyor. Bazı romanlarımı okuyanlar “izlemiş” gibi olduklarını söylüyorlar mesela. Farkında olmadan bir bölümü “sahne” hassasiyetiyle yazmış oluyorum, okurun gözünde canlandırması mümkün olabiliyor.

GÜÇLÜ FİLMLER İŞTAHIMIZI KABARTIYOR
Boğaziçi Film Festivali’nde ulusal yarışmada jüri başkanısınız. Türk sinemasının bugünün nasıl görüyorsunuz? Özellikle son yıllarda ciddi bir üretim söz konusu ve bu filmler yurt dışında da karşılık buluyor, ödüller alıyor. Bu konudaki yorumlarınızı merak ediyorum.

Boğaziçi Film Festivali’nde jüri başkanı olarak seçilmekten gurur ve mutluluk duyuyorum. Çok iyi bir jüri ve çok güçlü bir film seçkisi var bu yıl festivalde. Pandemiye rağmen, önemli yönetmenlerin yeni filmleri ortaya çıktı. Bu yanıyla da çok mutluyum. Film yapıldıkça anlatma kabiliyetimiz de pekişiyor. Yeni sinemamızın öncü isimleri iyi filmler yapıyor ve geriden gelen kuşak onların tecrübesi üzerinden yola koyuluyor. Dünyanın önemli festivallerinden alınan ödüller, başarılar herkes için motive edici, ilham verici oluyor. Neticede aynı coğrafyanın hikayelerinden besleniyoruz ve güçlü filmleri gördükçe benzerlerini yapabilmek için iştahımız artıyor. Sinemacılar bu toprakların güçlü şiirinden, halk mitolojisinden, geleneksel metinlerinden, romanlarından, yaygın kültüründen daha çok beslendikçe sinema dilimiz de güçlenecektir diye düşünüyorum.

Şanzelize Düğün Salonu film oluyor
Ve sıkı takipçilerinizin merakla beklediği bir soru; yeni film projeniz var mı?

Daha önce yazdığım “Şanzelize Düğün Salonu” romanımı senaryoya uyarlıyorum. Film olması için çok heyecan duyduğum romandı. Nihayet sonuna yaklaştım. Senaryo tamamlandıktan sonra filmi yapmanın peşine düşeceğim. Elbette yapım süreçleri, bütçeler kolay olmuyor.

#Tarık Tufan
#Kaybolan
#Kitap
3 yıl önce