İstanbul sevdalısı olan Mario Levi’nin, “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy” adlı romanı okurla buluştu. Moda’da yaşayan Mario Levi’nin, Kadıköy’ü merkeze aldığı “Bir Cuma Rüzgârı” yedi kitaplık serinin ilk romanı. Kadıköy’den başlayan yolculuk ise diğer semtlerle devam edecek. Levi, Şişli, Eminönü, Beyoğlu, Adalar, Haliç ve Boğaziçi’ni zeminine oturtacağı romanlarına haftanın diğer günlerinin ismini koyacak. Yazar, 17 yaşında iken yazma serüvenine İstanbul ile başladığını ve halen bitiremediğini söylüyor ve ekliyor: “İstanbul’a yazgılı olduğumu tahmin edememiştim. Zamanın akışında kendime öyle bir yol çizdim. İstanbul müthiş bir ilham kaynağı ve bir türlü onu anlatmayı biteremedim”
Cuma günü olmasının özel bir nedeni yok. Haftanın sevdiğim günlerinden biri diyebilirim. Ancak Kadıköy’den başlamamın özel bir sebebi var. Kendimi sadece İstanbullu değil Kadıköylü olarak tanımlıyorum. Bu sebeple Kadıköy’e tabiri caiz ise biraz iltimas geçtim. Burası İstanbul’un başka birçok semti gibi çok kültürlü, farklı inançlardan ve anlayışlardan gelen insanların bir arada yaşadığı bir yer. Büyüdüğüm yerlerin hiçbirinde bir tek tiplilik olmadı. Çocukluğum Şişli, Feriköy ve Kurtuluş çevrelerinde geçti. Babamın işyerinin bulunduğu Eminönü, Sultanhamam ve Bahçekapı tarafları da böyleydi.
Gazete Kadıköy’de haftalık yazılarım çıkıyordu. Bir süre sonra insan portlerinden hareket ederek yazılar kaleme almaya başladım. Bunlar biriktiğinde her birinin birer hikayeye dönüşebileceğini fark ettim. Başlangıçta amacım bir hikaye kitabı yazmaktı. Fakat daha sonra koşullar, yazma süreci buradan bir roman çıkardı. Ama temeldeki insan portrelerinden hareket etme fikri değişmedi.
Hayır, bu kişilerin hiçbirini tanımıyorum ve hiçbiri hayatımdan geçmedi. Sadece şu şekilde geçmiş olabilir. Mesela Şefik, Kelebek Taci ve Süreyya gibi karakterler hayatımdan bir görüntü olarak geçtiler. Ancak daha sonra kahramanımla baş başa kaldığımda onu geliştirmek ve o görüntüyü hikaye yakıştırmak bana kaldı.
2015 yılında “ Bu Oyunda Gitmek Vardı” adlı romanımla birlikte yazarlığımda yeni bir döneme geçtiğim hissini çok güçlü yaşıyorum. Onu takip eden kitaplarım “Bir Cümlelik Aşk”, “ Yanlış Tercihler Mahallesi” ve son olarak “Bir Cuma Rüzgârı”nda yeni sesler ve anlatım tekniklerini kullandım. Diğer yandan soruları seviyorum. Soru sormanın çok önemli olduğuna inanıyorum ve gerçeklerin soru sorarak bulunabileceğine inanıyorum. Bir sorunun bir başka soruyu doğurması gerektiğine ve hep sorularla bir yerlere varabileceğimize inanıyorum. Edebiyatın ruhunda da bu var. Soru sormak, sordurmak yani okuru soru sormaya yüreklendirmek, teşvik etmek ve çağırmak gerekiyor.
TOPLUMSAL HAFIZANIN BİR OYUNU
Romanın içinde birbirini takip eden her bir hikayenin sonunda o hikaye tartışılıyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse. Bir tanesi yazarın kendisi onu biliyoruz. Diğerinin kim olduğunu okura bırakıyorum. Okur kendi sorularını sorup, cevaplarını vermesini ve metne katılmasını istiyorum.
Taci’yi yazmaya başlarken böyle bir fikrim yoktu. Önce Taci’nin bir aşk kırgınlığını yaşamasını istedim. Yıllar geçecek ve Taci gençlik yıllarında karşısına çıkan bir kıza duyduğu aşkın kırgınlığını hiç unutamayacak diyordum. Fakat daha sonra bu aşka başka bir boyut getirdim. Aslında toplumsal hafızanın bana oynadığı bir oyundu. İstanbul, bildiğiniz gibi tarih süreci içine bakıldığında çok göç almış, aynı zamanda da çok da göç vermiş bir şehir. Bu göç olgusu beni her zaman çok meşgul etti. Onların aşk hikayesinde 1964 kararnamesinin ardından İstanbullu birçok Rum’un göç etmesinin matemi var. Haliyle aşktaki matem aynı zamanda bir göç matemiyle birleşmiş oldu. Aslında burada çok boyutlu bir durum var.
Bu tamamıyla kendiğinden gelişti.Bir yola çıkmadan önce bazı planlar yaparım. Kafamda bu kitaptaki kahramanlar ile ilgili belli belirsiz bir fikir vardı. Yazma sürecinde duygularımın akışına kendimi bırakmak isterim. Bu benim çok sevdiğim bir yazma yöntemidir. Bir çağrışım bir çağrışımı doğursun isterim. Her bir kahraman yazma sürecinde kendisini dayattı ve yazdırdı.
Günümüzde herkes bir başarıya yönlendiriliyor. Hep başarılı olacağız, kazanacağız ve bunun biraz daha ilerisi hep mutlu olacağız. Ben böyle bir dayatmanın karşısındayım. Çünkü hayatta mutluluk anları olduğu gibi mutsuzluk anları ve başarılar olduğu gibi başarızlıklar da var. Kaldı ki başarının ne olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Aslında birçok kaybetme zamanın akışında bize kazanma olarak geri dönebilir. Çünkü insan sadece kaybettiklerinden öğrenebilir. Kaybetmenin aslında muhteşem olabileceğini anlatmak istedim.
İSTANBUL’UN BUGÜNÜNÜ ANLATIYORUM
Bu roman bugünü anlatıyor ve geçmişe bir özlem taşımıyor. Sadece geçmişin değerlerine sahip çıkmayı hedefliyor. Geçmişin değerlerinin asla unutulmaması gerektiğini düşünüyorum. Tamamıyla bir belleksizliğin içine gömülmemek gerektiğine inanıyorum. Bu sebeple de geçmişe sahip çıkıyorum. Edebiyat da bir anlamda böyle bir sahip çıkma çabasıdır.
Aradan yıllar geçti ve kitaplarım çıktı. Birileri beni yazma konusunda danışılacak bir kişi olarak görmeye başladı. Bazı yazı atölyelerim var. Öğrencilerim bana, “Nereden başlayayım” diye sorduğunda en iyi bildiğiniz yerden başlayın diyorum. 1976 yıllarında ilk yazı yazmaya başladığımda hiç kimse bana birşey söylemedi. Ben el yordamıyla buldum. Kendime en iyi nereyi biliyorum diye sordum. İstanbul’u dedim ve yola çıktım.
İstanbul’a yazgılı olduğumu tahmin edememiştim. Zamanın akışında kendime öyle bir yol çizdim. Çünkü İstanbul’a dair anlatacaklarımın bitmediğini keşfettim. İstanbul müthiş bir ilham kaynağı ve bir türlü onu anlatmayı biteremiyorum. Bu konuda Türk edebiyatında ya da dünya edebiyatında bir ilk değilim. Başka İstanbul yazarları da edebiyatımızda var. Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal Beyatlı gibi. Ben de zaten kendimi bu geleneğin bir parçası olarak görüyorum. Dünyada da birçok yazar görürseniz hep belirli bir şehri yazarlar. Kafka Prag, Virginia Woolf Londra ve Dostoyevski St Petersburg ile özdeşleşmiştir. Bu örnekleri artırabiliriz. Dolayısıyla metin-mekan ilişkisinin çok değerli ve derinlikli bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Galiba İstanbul’u sürekli tercih edişimin sebebi de bu. Gelecek yıllarda başka ne yazarım bilmiyorum.
30 YILLIK HAYALİMİ GERÇEKLEŞTİRMEYİ PLANLIYORUM
Bütün bu yedi kitabın ana başlığı ve şemsiye fikri olacak. Bu iki farklı manaya geliyor. Birincisi hem gördüklerimiz hem göremediklerimiz var. İkincisi her gördüğümüz görmemiz gereken değildir. Aslında gördüğümüzü sandıklarımızın ardında göremediklerimiz var. Biraz da okuru buna davet etmek istedim. Çağımız bir hız çağı ve o hızın içinde birçok ayrıntıyı atlıyoruz. Belki de o görmediklerimiz arasında hayatımıza renk katabilecek ve hatta hayatımızın akışını değiştirecek çok önemli ayrıntılar vardır.
İkinci kitap yazıldı ve sadece yayınlanma vaktini bekliyor. Ekim ayında yayınlanacağını düşünüyoruz. İkinci kitap çocukluk mahallem Şişli, Osmanbey, Feriköy, Kurtuluş tarflarında geçiyor. Üçüncü kitap Eminönü’nde, dördüncü kitap Beyoğlu, beşinci kitap Adalar, altıncı kitap Suriçi’nde ve yedinci kitap boğaz kıyısında geçeçek. Dört yıllık bir projeden söz ediyoruz.
Hepsinin ayrı ayrı bir değeri var. Ama ilk iki kitaptaki semtler en derin bağı kurabildiğim yerler. Biri Kadıköy yaklaşık 17 yaşımdan bu yana neredeyse 50 yıla yakın bir süredir Kadıköy’de yaşıyorum. İnsanın hayatında çocukluk ülkesi önemlidir. İkinci romanda anlattığım ve çocukluğumun geçtiği Şişli, Osmanbey ve Feriköy taraflarının bende etkisi büyük. Elbette diğer semtlerle de bağlarım var. Ben aslında eski İstanbul’u seviyorum. Yeni kurulan bir çok semti İstanbul olarak görmüyorum, ve bağ kuramıyorum. Eski İstanbul benim biraz muhafazkar tarafım diyebilirim.
Evet. Yine İstanbul’u anlatacağım. Dört ya da beş ciltten oluşan bir kitap projem var. Eğer onu bitirebilirsem 30 yıllık bir hayalim gerçek olacak.
Bu bir sır ve bitirmeden kimseyle bu sırrı paylaşmayacağım.