|

Sovyet zulmünü yeniden hatırlattık

Azeri yönetmen Ilgar Najaf, “Suğra ve Oğulları” filmini gerçek bir hikâyeden yola çıkarak çekmiş. Najaf, “Filmde kendi dedelerimin başına gelen ve tanıdıklarımın yaşadıkları trajediyi anlattım. Film, Sovyetler dağıldıktan sonra Sovyet emperyalizmini anlatan ilk film. Emperyalizm ve militarizmin bir aileyi nasıl dağıtabileceğini sade bir şekilde göstermek istedim” diyor.

Dilber Dural
04:00 - 6/11/2022 Pazar
Güncelleme: 00:19 - 6/11/2022 Pazar
Yeni Şafak
​Azeri yönetmen Ilgar Najaf, “Suğra ve Oğulları” filmini gerçek bir hikâyeden yola çıkarak çekmiş.
​Azeri yönetmen Ilgar Najaf, “Suğra ve Oğulları” filmini gerçek bir hikâyeden yola çıkarak çekmiş.

Ermenistan’da 1975’te dünyaya gelen Ilgar Najaf, 1988’de ailesiyle birlikte zorunlu göçle Azerbaycan’a yerleşmiş. Azerbaycan Medeniyet Üniversitesi ve Tiflis’te yönetmenlik eğitimi almış olan Najaf, ilk uzun metraj filmi “Buta”yı 2010’da, ikinci filmi “Nar Bağı”nı 2017’de çekmiş. Geçtiğimiz hafta da Boğaziçi Kültür Sanat Vakfı tarafından 10. Boğaziçi Film Festivali düzenlendi. Azeri yönetmen Najaf’ın, festivalde Uluslararası Uzun Metraj Yarışması’nda “Suğra ve Oğulları” filminin gösterimi gerçekleşti. Oyuncu kadrosunda Humbat Ahmadzade, Ilgar Jahangir, Pasha Mammadli ve Gunash Mehdizade’nin yer aldığı 2021 yapımı “Suğra ve Oğulları” filminde Najaf, İkinci Dünya Savaşı’nda Azerbaycan’ın bir dağ köyünde iki oğluyla beraber yaşayan bir kadının dramını anlatıyor. Yönetmen Ilgar Najaf ile filmin ortak yapımcısı ve görüntü yönetmeni Ayhan Salar ile Suğra ve Oğulları filmini ve Türk sinemasını konuştuk.

Festivalde “Suğra ve Oğulları” filmini izledik. Filmde, 1945 yılında kadınlar yaşadıkları ıssız kasabanın tüm işlerini üstlenirken erkeklerin de savaştığını izliyoruz. Filmin hikâyesi nasıl ortaya çıktı?

Suğra ve Oğulları’nın senaryosunu çalışırken, birkaç hikâyenin esasında senaryoyu oluşturduk. Bu hikâyelerin birçoğu benim kendi dedelerimin başına gelen hikâyeler ve birçoğu da tanıdığım kişilerden duyduğum hikâyeler. Filmde kendi dedelerimin başına gelen ve tanıdıklarımın yaşadıkları trajediyi anlattım. Aslında filmde benim için bu hikâyenin önemli olan tarafı ne? Film, “Sovyetler Birliği kurulduğunda hangi süreç yaşandı? İnsanlar bu sisteme nasıl uymaya çalıştı ve nasıl yaşamaya başladılar?” gibi soruları cevaplıyor. İzleyenler, bu sistemle mücadele edenlerin yıllarca çatıştıklarını çok net bir şekilde görebiliyor. İşin içine girdiğinizde sistemden dolayı o kadar trajik hikâyeler var ki... Tabii ki savaş döneminde ve savaştan kısa bir süre sonra birçok Azeri öldürüldü. Birçoğu da İran’a, Türkiye’ye kaçtı. Bu sebepten Azerbaycanlı biri olarak yaşananları anlatmayı kendime borç bildim. Bir de bu taraftan gösterelim istedim. Çünkü Sovyetler dağıldıktan sonra Sovyet emperyalizmini anlatan, bu mevzu da çekilen ilk film. Emperyalizm ve militarizmin bir aileyi nasıl dağıtabileceğini sade bir şekilde göstermek istedik. Sovyetler Birliği’ndeki ülkelerin çoğunun gönüllü olarak bu sistem altına girdiği zannediliyor ama değil. Baskıcı bir rejim tarafından bilmedikleri, tanımadıkları bir düşmana karşı insanların savaşa nasıl zorlandığını anlatıyor. Kadın ve çocuklar savaşta en çok kayba uğrayan insanlar. Bu yüzden istiyorum ki, yabancı izleyiciler de o dönemlerde neler olduğunu görsünler ve düşünsünler.

ÇOCUKLARLA ÇALIŞMAK HER ZAMAN ZOR

-O dönem dedenizin de yaşadıklarını filmde anlattığınızı söylediniz az önce…
  • Filmde kaçaklar mevzusu var mesela. Suğra’nın oğulları gidip kaçaklara katılıyor. Onların yanında oluyor. Orada o benim dedelerimin yaşadığı bir şey. Bir de filmde ormanda çocuklar ocakta patates pişirip yiyorlar o da benim o dönem yaşadığım kendi hikâyem. Böyle hikâyelerle daha samimi olsun istedik.
-Çekimler esnasında bazı olaylar çocuk oyuncuları etkiledi mi? Çekim sürecinde bu sorun oldu mu?

Yönetmenler için her zaman çocuklarla çalışmak çok zordur. İlk filmimi 2010 senesinde çekmiştim ve bir çocuk filmiydi. Bunun zor olduğunu biliyordum. Benim için yeni bir durum değildi. Filmde yer alan çocuklar ise filmi çektiğimiz köyde yaşayan çocuklardı. Bakü’den bile değillerdi.

YÖNETMEN FİLMDE YÜREĞİNİ ORTAYA KOYAR

-Her filminizin sizdeki yeri farklıdır eminiz ki. Peki, bu filmin sizdeki yeri nedir?

Tabii ki bir yönetmen bir filme kendinden bir parçasını koyar. O filmde her zaman düşüncesini ruhunu, yüreğini ve kendini göstermeye çalışır. Mesela benim Suğra ve Oğulları ile birlikte üç büyük filmim var. Hangisi size daha yakın? diye sorarsanız sanırım bu soruya cevap veremem. Hepsinin benim için yeri farklı. Ayrı bir yeri var. Ama Suğra ve Oğulları filminde tarihte gerçek yaşanmış hikâyeleri, tanıdığım kişilerin yaşadığı hikâyeler olduğu için tabii ki benim için farklı bir yeri var. Dünyanın muhtelif bölgelerinde birçok insan “Sanki bizim ailenin başına gelenleri çekmiş gibisiniz” dediler. Yani demek ki hikâyede insan faktörü varsa o her zaman doğaldır. Kazakistan’da kazak bir kadın gelip bana dedi ki; kendi ailemin başına gelmiş bir şey. Yani sanatta, sinemada hikâyede, ana tema insan faktörü öndeyse o her zaman aktüeldir. İster Amerika’da olsun, ister İngiltere’de olsun, ister Türkiye’de ister Azerbaycan da fark etmez. O sebeple filmlerimin hepsi yüreğimi koyarak çektiğim filmler. Ayrıca bu filmde görüntü yönetmenimiz Ayhan Salar para almadı. Bu film sanat fedailerinin sanat için canını, ruhunu ortaya koyan insanların bir eseri oldu. Ekrandan bunu hissetmek çok da zor değil. Hemen izleyiciye geçiyor bu durum.

-Sanatçı içinde yaşadığı toplumdan bağımsız düşünülemez. Filmlerinizde gerçek hayatla olan doku da ziyadesiyle hissediliyor. Nar Bağı, Kırmızı Bahçe, Buta filmlerinde gerçek hayatın gerçek duygularını naif bir şekilde hissettiriyorsunuz izleyenlere. Filmlerinizde de yaşadığınız, doğup büyüdüğünüz yörenin insanının sıcaklığı ve hissediliyor…
  • Filmde göstereceğiniz, anlatacağınız hikâye inandırıcı olmalı. İnsanlar o hikâyeye inanmalılar ve samimi olmalısınız. Yani hikâyenizi izleyiciye samimi bir şekilde aktarmalısınız. Samimi olduğunuzda hikâye daha güzel ve daha inandırıcı olur. İzleyenler için de daha kolay ve daha anlaşılır olur. Yaşamadığım bir şeyi, inanmadığım bir filmin hikâyesini çekmem. Umarım bundan sonra da inandığım, bildiğim, hikâyeleri aktarırım izleyenlere.
  • Zaten yönetmenler kendi yaşadıklarını, okuduklarını, bildiklerini gördüklerini ekrana yansıtırlar. 13 yaşımda ailemle Ermenistan’dan Azerbaycan’a göçtük. O göçmenlik hayatı büyükşehire, Azerbaycan’a gelişimiz, ileride seni bekliyor nasıl uyum sağlarsın, etraftaki çocuklara bunların hepsi etki yaratır yani zaman geçirmek, 47 yaşındayım şimdi o beynimde ve yüreğimde kat kat hikâyeler hepsi ya filmlerimde görüldü ya da filmlerimde görülecek. Yani bitmeyen bir şey. O sebepten her bir insan kendi toprağının evladıdır derler ya bir yönetmen de kendi yaşadıkları ve gördüklerinin sanatını insana aktarır. Bu sebepten etki mutlaktır ona inanıyorum ben.
-
Türk sineması hakkında ne düşünüyorsunuz peki?

Türk sinemasını ben Azerbaycan sinemasıyla kıyasladığımda Azerbaycan sineması Sovyetler dağıldıktan sonra bir durgunluk ülkesiydi. Yani sıfıra düştü. Yeni yeni toparlanmaya başladı Azerbaycan sineması. Azerbaycan sineması Sovyetler döneminde iyi bir sineması olan bir devletti. O yüzden yeniden bir toparlanma başladı ve biz Sovyetler’den sonra Türk sinemasına baktığımızda şimdiki aklımla düşünüyorum o zaman iyi bir sinema yoktu. Sizde de çok filmler çekilirdi. İzleyiciler de çoktu ama sanatsal bakımdan iyi sinema çok azdı. Ama şimdi artık simalar, yeni adlar, yeni yönetmenler çıktılar ve çıkmaya başlıyorlar ve bu bakımdan bence Türk sinemasının geleceği çok uğurlu görünüyorlar. Çok büyük simalar var. Türk sineması yukarıya doğru yol almış durumda.

SİYAH BEYAZ OLMASI DAHA GERÇEKÇİ

Filmin ortak yapımcısı ve görüntü yönetmeni Ayhan Salar, filmin siyah beyaz olmasının o döneme çok daha yakın olduğunu belirterek, “Daha gerçekçi olabile-ceğini düşündük. Daha basit yollarla daha güzel atmosferler yapabiliyorsunuz” diyor. “Görsel açıdan görüntü yönetmeni olarak atmosferi ışık üzerinden, hareket üzerinden yaratabilmek ve psikolojik olarak o sıkıntıyı, o duyguları hissettirebilmek çok zordu” diyen Salar, “Çekerken ben ağlarsam, beni etkilerse birçok insanın etkileneceğini düşünüyorum” ifadelerini kullanıyor. Salar, filmin İstanbul’da gösterilmesinin de çok önemli olduğunun altını çizerek, düşüncelerini “Önceden Nar Bağı filminin burada ne kadar çok etki yarattığını ve beğenildiğini gördükten sonra hakikaten sinema da müzik gibi birleştirici ve evrensel bir dil“ şeklinde dile getiriyor.

#Ilgar Najaf
#Ermenistan
#Suğra ve Oğulları
#İkinci Dünya Savaşı
1 yıl önce