|

‘Yaşadı adeta Leylâ ve Mecnun hikâyesini’

Sezai Karakoç, Leyla ile Mecnun’u yazmasının sebebini yine kitabın içinde şöyle anlatır: “Niçin kendini bu sarp yollara vurdun? Daha iyisini mi yazacaksın, içlilikte Fuzuli’den? Daha ileri mi gideceksin Nizami’den? Daha derine mi ineceksin Mollâ Câmi’den? Çağın geçer akçe konuları dururken, bu ateşten işe giriştin, neden? Diye bir kuşku yedi kitabın şairini. Yaşadı adeta Leylâ ve Mecnun hikâyesini”

04:00 - 15/12/2021 Çarşamba
Güncelleme: 05:48 - 15/12/2021 Çarşamba
Yeni Şafak
Leyla ile Mecnun, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, 100 sayfa.
Leyla ile Mecnun, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, 100 sayfa.
NECMETTİN TURİNAY

Alman şairi Goethe, ben şiirlerimi kovalardan su boşaltır gibi yazarım diyor. Dolu bir kovanın boşaltılmasını düşünün, işte öyle! Bu sözün manası, şiirin sanatçıda bir iç tazyik olarak biriktiği, ardından da büyük patlamalar şeklinde dışa vurduğu olabilir. Fakat işin okuyucuya dönük yönü, doğaçlama bir tesir olarak izah edilebilir.

Nitekim bizim edebiyatımızda da böyleleri eksik değildir. Yunus Emre, Fuzuli, Abdülhak Hamid gibi şairler, böyle bir tesir bırakır insanın üzerinde. Bu gruba kuşkusuz Mehmet Akif ile Necip Fazıl gibi şairlerin de dahil edilmeleri gerekir. Ayrıca Sezai Karakoç’un yıllar önce okuduğum hatıralarında, buna benzer hallerine şahit olduğumu söyleyebilirim. Şair, eski Yeni Kapı sahillerinde oturuyor, denize karşı! Oturduğu yerde durmaksızın şiir boşalıyor içinden. Birbiri ardınca ve kesintisiz. Fakat bu hal, Sezai Bey şiirinin tamamı için geçerli midir? Bundan o kadar da emin olamadığımı söylemek isterim. İşte yenice ve tekrar okuduğum Leylâ ve Mecnun’unda (1980) Sezai Bey’in, eserini yazarken nasıl durup düşündüğüne, uzun aralar verdiğine, zaman zaman tıkandığına, verdiği araların ardından Leylâ ile Mecnun anlatısına tekrar geri döndüğüne dair ifadeleri ile karşılaşılmaktadır ki, bunlar benim için bayağı şaşırtıcı oldu desem yeridir. Nitekim ilgili eserin ortalarda bir yerinde, Sezai Karakoç bakın neler söylüyor:“Bu öykünün önünde nasıl durdun? Niçin kendini bu sarp yollara vurdun? Daha iyisini mi yazacaksın, içlilikte Fuzuli’den? Daha ileri mi gideceksin Nizami’den? Daha derine mi ineceksin Mollâ Câmi’den? Çağın geçer akçe konuları dururken, bu ateşten işe giriştin, neden? Diye bir kuşku yedi kitabın şairini. Yaşadı adeta Leylâ ve Mecnun hikâyesini” (s. 57).

Bunları kendi kendine sorarken bakın nereye varıyor şair? “Aylar, yıllar geçti, yazamadı tek mısra?” Şairin yan yana ve birbiri peşi sıra verdiğim yukarıdaki mısralarından çıkan sonuç şudur: Şair Karakoç, şarkın büyük aşk destanı Leylâ ile Mecnun’u bir de kendisi yazmaya karar vermiş. Klasik dönemlerde Mollâ Câmi, Nizami ve Fuzuli tarafından şekil verilmiş hikâyeyi yenilemek, daha doğrusu da geleneksel anlatıyı çağdaş bir dile dönüştürmek istiyor. Bunu kendi diliyle, kendi şiirinin imkânlarıyla gerçekleştirmeyi düşünüyor. İşte anlaşılıyor ki bunda da zorlanıyor şair. Aradan aylar, yıllar geçtiği halde de yazamadığını itiraf ediyor. Dolayısıyla bütün bunlardan anladığımız, şairin yazmak istediği aşk destanına henüz daha başlayamadığı, değil de nedir? Fakat ilgili eserin “Şairin Kuşkusu”, “Parantez”, “Dönüş” gibi bölümleri dikkatle okunursa, bunun böyle olmadığını fark etmek zor olmuyor. Zira sanatçı eserine tarihini vermediği bir eski zamanda başlamıştır. Dolayısıyla uzun zamanlar girmiş araya! O eski tutku, Leylâ ile Mecnun’u tamamlama tutkusu da içinden hiç mi hiç çıkmayarak! O sıkıntılar arasında şair gene kendisi olarak konuşuyor: “Anladı ki bu öykü başka bir öykü! Ne şiir işi sadece, ne de bir türkü!” Kendi kendine böyle hayıflanırken, Leylâ ve Mecnun öbür dünyalardan şaire, “Sus, yazma bizi, kır kalemini!” biçiminde hatırlatmalarda bulunmasınlar mı?

Bu durumda ne yapsın Sezai Karakoç? Aklı eserine takılı kalmış, onu tamamlayıp bitirmek isteyen sanatçı?İşte eserin bu bölümlerinde Karakoç, Leylâ ile Mecnun’un yürek burkan trajik aşk yanı sıra, doğrudan kendi trajiğini de öne çıkarıyor. Dolayısıyla eserine başlamış, yarım bırakmış, onu tamamlayıp bitirmek de isteyen sanatçının yaşadığı iç çelişki, elimizin altındaki esere ikinci bir boyut daha katıyor. Katıyor katmasına da, sanatkârın yazdığı, anlattığı hikâyenin kahramanları ile bu derecede içli dışlı oluşu, onların tesiri altına girmesi, dahası bu tesirin eserin ilerleyişini sekteye uğratacak derecelere varması görülmüş, işitilmiş bir şey midir? İşte Sezai Karakoç bu aşamada, hâiz olduğu şiir dehasının yanı sıra, ciddi bir kurgu ustası olduğunu da ortaya koymaktadır ki bu hepsinden şaşırtıcıdır. Fakat Sezai Bey’de şahidi olduğumuz bu özgün denemenin iki farklı uygulamasına; bizzat Fuzuli’de ve onun Leyla vü Mecnun’unda; ayrıca kendisini ülkesi, milleti ve inancının Mecnun’u seviyesine yükseltmeyi başaran Mehmet Akif’te ve onun şimdiye kadar değeri fark edilmemiş mesnevi-romanlar’ında da karşılaştığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.

ŞAİRİN ESERİNE GERİ DÖNÜŞÜ

Tekrar Sezai Bey’e ve eserine dönecek olursak, o artık yazmayı bırakmış ve eseri de öylece yarım kalmıştır. Ama onu tamamlamak arzusunu da daima muhafaza etmek kaydıyla! Peki ne zaman dönebilecektir eserine? İşte onun da cevabı: “Yazmayacağım dedi/ Leylâ ve Mecnun yaz demedikçe!”Şairin eserine geri dönüşü!.. Fakat bu mesele daha uzun izahları gerekli kılıyor. Ayrıca bu sayfaların sınırlılığı dolayısıyla ben de yapamayacağım bunu. Onun için Sezai Bey’in Leylâ ve Mecnun’un böyle bir dikkatle ve bir bütün olarak okunması en iyisidir. Bütün bu izahların ardından, ister istemez çeşitli sorular üşüşüyor insanın zihnine. Bunlardan ilki, eserin türü ile ilgili: Leylâ ile Mecnun doğrudan, yekpare bir şiir midir? Yoksa onun kurgu ve anlatı tarafı daha mı ağır basmaktadır? Nitekim bizim kanaatimiz ikinci şıktan yana!.. Sezai Bey ilgili eserini, “Şiirler/ 6” adıyla yayınlamış olsa bile! Çünkü şair bu eserinde iç içe geçmiş iki hikâye anlatıyor bize. Biri doğrudan Leylâ ile Mecnun hikâyesi!.. Diğeri de kendi yazma hadisesini, ikinci bir hikâye katmanı olarak esere yedirmesi! Sezai Bey’in post-modern öncesi dönemde böyle bir deneme gerçekleştirmesi her bakımdan şaşırtıcıdır.

FUZULİ VE LEYLA SEMBOLÜ

Diğer bir husus da, Sezai Bey’in, ilgili eseri ne zaman yazmaya başlamış olabileceği sorusudur. Sanatçının eserini yazarken verdiği uzun aralar, bize göre sırf kurgu ile izah edilemez. Öyleyse eser 1980’de yayınlandığına göre, bu tarih ne kadar geriye çekilebilir? Bunu ister istemez düşünmek durumunda kalıyoruz. Buradan da hatıra gelen şu oluyor:

Birincisi, ilk dönem Diriliş’lerinde, klasik metin yayınlarının arttığı sıralar. İkincisi de Sezai Bey’in, Mehmet Akif’le meşgul olduğu zamanlar. Daha açık olarak da Sezai Bey’i Fuzuli’ye, Leylâ ve Mecnun’a sevk eden ilk uyarıcının, Mehmet Akif olduğunu burada ifade etmek isterim. Akif’te gördüğümüz Fuzuli tesirleri, Leylâ ve Mecnun imgelerinin yeniden ihyası, Sezai Bey’in gözünden kaçmış olmamalıdır. Nitekim Safahat’a ve Akif şiirine vakıf olanlar bunu iyi bilirler. Uğrunda kendini helâk ettiği ideallerini, Leylâ sembolü üzerinden yansıtmaya çalışan Mehmet Akif’in, kendi kendini Mecnun seviyesine indirgediği de bilinmez değildir.

#Sezai Karakoç
#Leyla ile Mecnun
#Diriliş Yayınları
2 yıl önce