Türk sineması, gişede köşeye sıkıştığı zamanlarda sokak argosunun en nadide örneklerine de başvurdu; hattâ 1970'ler gibi bazı fetret dönemlerinde erotizmin en banal örneklerini de üretti. Fakat, sinemamız düpedüz 'porno' bile çekse, şimdiye kadar hiçbir döneminde 'Herkes mi Aldatır?' adlı bu ucube filmdeki kadar ahlâksızlığın taraftarı olmamıştı!
Evli, fakat kalıbından umulmayacak kadar çapkın bir adam… Zengin ve yakışıklı kocası tarafından sürekli aldatılan mutsuz, öfkeli bir kadın… Bu iki insanın yolları, bütünüyle farklı nedenlerden dolayı bir gece aynı otelde kesişir. Tanışır, konuşur, aşırı içkinin de etkisiyle yüzgöz olur ve en sonunda da "zinâ"ya yelken açarlar. Sabah aynı yatakta uyandıklarında kadındaki öfke yerini pişmanlık ve şaşkınlığa bırakmış, adam ise zahmetsiz bir çapkınlık deneyiminin zaferiyle evine ve karısına dönmek için hazırlanmaktadır. Fakat, her ikisini de acı bir sürpriz beklemektedir. Adamın karısı ve kadının kocası aynı otelde, hemen burunlarının dibinde kalmaktadırlar. Dahası, otelde yaşanan olağanüstü bir olay nedeniyle, lobide birbirleriyle karşılaşmaları da kaçınılmazdır.
Karşısında "Dr. Parnassus", "Titanlar'ın Savaşı" ve "Gördüm" gibi üç tane taş gibi film varken, ne öykü, ne oyunculuk, ne yönetmenlik, ne de sinematografik kalite anlamında hiçbir kayda değer yönü bulunmayan bu "acayip" gösteriyi manşete çekmemin nedeni kişisel zevksizliğim değil elbette. Normal koşullarda ne sayfamı, ne de zamanımı böylesi suflî yapımlara asla harcamıyorum. Ancak, daha fragmanını gördüğüm anda illet olduğum bu filmi, "Acaba, yönetmen son kertede aşk, evlilik, sadâkat ve hayat adına ciddi bir şeyler söylemiş de ben bunları kaçırmış olabilir miyim" diyerek, geçen cuma akşamı sinema yazarı vicdanıma uyup, son derece değerli 3-4 saatimi (ve yaklaşık 150 liramı) harcayarak izleme gafletinde bulundum bir kez. Perdede gördüklerim karşısında da -zaman zaman yapageldiğim üzere- bazen tam tersi istikamette bir örnekten hareketle, kitlelere "doğru"yu altını çizerek hatırlatmak üzerime farz oldu.
Filmin ikinci yarısını baştan aşağı flû bir görüntüyle oynatan Beyoğlu-Majestik sinemasının rezil ötesi projeksiyonunu (bu konuda daha önce defalarca pek çok eleştiri yazısı kaleme aldığımdan dolayı) artık uzun uzadıya dile getirmeye gerek duymuyorum. Türk makinistlerinin cehaletinden sual olunmaz! Makaraları -üç gün önceki gösterimde üfleye püfleye yaptıkları, o zaman zarfında da "yerinden kaymış" olan netlik ayarıyla- başlatır ve perdeye bir kez bile kontrol için bakmadan ellerine bir gazete alıp makine dairesindeki köşelerine çekilirler. Biz de saatler boyunca gözlerimizden şapur şupur yaşlar süzülerek binbir ısdırapla film izler, daha doğru bir ifadeyle "üste para vererek" rezil oluruz! "Canım Türkiyem"in uyduruk sinema sektörü işte…
Bu ülkede çocukluk yıllarımdan itibaren, bazıları sinema sanatı adına insanın midesine kramplar sokan yüzlerce yerli-yabancı film izledim. Hattâ, bunlar arasında üzerine erotik sos dökülmüş Aydemir Akbaş'lı, Zerrin Egeliler'li, Kazım Kartal'lı, Figen Han'lı ultra-salaş güldürüler dahi hatırlıyorum. Fakat, Türk sinemasının 1970'lerdeki o önüne geçilemez çöküş nedeniyle çektiği yarım yamalak erotik filmler de dahil olmak üzere, ahlâkî konumlanmasını bu kadar açık ve net bir biçimde "ahlâk karşıtlığı"ndan yana yapmış bir başka film daha hatırlamıyorum doğrusu. Sözünü ettiğim o acınası filmlerde bile aykırı karakterlerin ahlâkdışı yaşantılarına yönelik iyi-kötü mesafeli bir yaklaşım hissedilirdi çünkü…
Daha ilk karesinden itibaren ihaneti, sadâkatsizliği, ahlâk yoksunluğunu Türkiye'de gündelik hayatın pek doğal, dahası ayrılmaz bir parçası görünümünde sunmaya and içmiş bir film izlenimi veren "Herkes mi Aldatır?", bu ülkede özellikle orta ve üst sınıfa mensup evli çiftler arasında birbirlerini aldatmanın artık iyice harcıâlem bir iş olduğu mesajını seyircinin gözünün içine sokabilmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Bu tür ihanet öykülerini Amerikan romantik komedilerinde de sıklıkla izlemekteyiz. Özellikle, son yıllarda ardı ardına gelmeye başladı böylesi "bir didişen-bir barışan çift" öyküleri… Ancak, Hollywood'un ürettiği benzerlerinde çok önemli bir ayırt edici yön var ki bu filmlerdeki çiftler öykü boyunca her ne halt karıştırırlarsa karıştırsınlar, en sonunda "doğru yol"un karşılıklı sadâkattan geçtiğini anlıyor ve daha erdemli bir duygusal ilişkiye yöneliyorlar. "Kutsal Damacana-1"den tanıdığımız yönetmen Kâmil Aydın ve senarist Alper Çağlayan'ın ise kesinlikle böyle bir felsefî dertleri yok. "Öyle bir çağdayız ki tutan tuttuğunu götürüyor, sizler de bu yarışta geride kalmayın" ana fikri çevresinde kurguladıkları bu karmaşık zinâ öyküsünde, hayâlî "Titanic" otelinin farklı sosyal sınıflara mensup müşterilerinden temizlik görevlilerine, teşrifatçılarından resepsiyonistlerine, oteli karantinaya alan polis müdüründen müşterileri muayene eden doktor ve hemşirelere kadar kameranın önünden gelip geçen istisnasız herkesi birer "şehvet manyağı" görünümünde betimleyerek akılları sıra müthiş bir sosyolojik tahlile girişiyorlar.
Eh, eskiler ne demişler, "Dervişin fikri neyse zikri odur." Fakat, Aydın da Çağlayan da şunu çok iyi bilsinler ki Türkiye henüz bu filmde betimlendiği kadar çürümedi elhamdülillah! Jet-sosyete ve gösteri dünyasındaki bir kaç yüz kişinin çarpık ilişkileri de bir toplumun ahlâkî resmini çizmek için yeterli veri teşkil etmez. Bu topraklarda yaşayan insanların (en azından kayda değer bir bölümünün) hâlâ yüzleri kızarabiliyor, gönül işlerinde zaman zaman tökezleyip hata yapsalar bile yaptıkları hataların er ya da geç farkına varabiliyorlar. Ki bu da bir toplumun ahlâkî çivisini yerinde tutmak için yeterli erdemdir. Kaldı ki o çivi çıkmaya yüz tutsa bile, ülkesini ve halkını seven bir sinemacının görevi, onun yerinden çıkışını iyice hızlandırmak, bu gibi bir ahlâkî erozyona çanak tutmak mı olmalıdır?
Dediğim gibi, sırf "Acaba, yönetmenin iki saat boyunca bizlere sunduğu bunca al takke-ver külahtan sonra son noktada söylediği önemli bir şey olabilir mi?" diye düşünerek, bu vıcık vıcık öyküyü anlatan ekibin hakkını yememe kaygısıyla gittim "Herkes mi Aldatır?"a… Ancak, iki saat boyunca gayet çiğ bir mizahı gözümüzün içine sokup duran onca çaprazlama zinâ aktivitesinden sonra, hem senarist hem de yönetmenin baş kadın karaktere ve onun nezdinde Türkiye'nin bütün orta yaşlı, evli, aldatılmış kadınlarına "Takılın kafanıza göre, en doğru yol budur, kime kalacak ki bu dünya" modeli bir kurtuluş reçetesi sunmasıyla, ne kadar beyhude bir beklenti içinde olduğumu çok daha iyi anlamış oldum.
Zamanınızı ve paranızı, perdeden sağanak hâlinde üzerinize yağan argo konuşmalara ve en seviyesizinden bir erotik güldürüye harcamak istemiyorsanız uzak durun. Bırakın kendisini, fragmanından bile!






