|
Sana bir tatlı ısmarlayayım mı?

“Hangi kapıdan girsem diğerinin ardında ne olduğunu merak edeceğim abi. O yüzden reddettim hepsini. Bir kapıyı seçmeyi reddettim.”

Sesindeki belirgin özgüvene ve omuzlarını dikleştirmesine bakılırsa genç adam, oldukça havalı, dahası oldukça önemli bulduğu bir cümle kurduğunu düşünüyordu. Seçmemenin seçimlerin en kötüsü olduğunu anlatmanın bir yolunu bulamadım. O yaşta birine, hayatın hiç de öyle bir şey olmadığını, bir kapıdan girmek zorunluluğunun aynı zamanda diğer kapıları da reddetmek anlamına gelmesinin pekâlâ çok sağlıklı bir şey olabileceğini nasıl anlatırsınız ki?

Belki şöyle diyerek: “Babana kızma evlat. Babalar, girdikleri kapının en iyi kapı olduğunu düşünen varlıklardır. Babalık mesleği en nihayet böyledir ve bu kadardır.”

Bundan da vazgeçtim. O uzun ve bitmeyecek gibi gelen gençlik yıllarının süsüdür çünkü babaya isyan ederek yolunu bulma çabası. Bunu bilecek kadar genç oldum, bunu bilecek kadar da baba.

Şöyle dedim: “Sana bir tatlı ısmarlayayım mı?”

Bir tatlının bütün meseleleri çözebildiği yıllar benim için geride, çok uzakta kaldı. Ama bu genç adam için öyle olmayabilir durum. Bir tatlı yediğinde bütün parantezleri kapatabilir belki. Yoksa bu da benim kendimi aldatma biçimim mi? Benim yaşadığım ve genç olduğum o eski dünyada mı kaldı böyle şeyler?

Sorumun cevabını alamayınca şöyle dedim telaşla: “Ya da sana bir beyit okuyayım. Nabi’den. İster misin?”

Başını, şimdiki zamanın genç insanlarına mahsus “okusan da olur okumasan da” hareketiyle salladı. Bilirsiniz, o baş hareketi tam bir onay ya da ret değildir. Hatta tam bir kayıtsızlık da değildir. Daha çok “ne sattığını bir göreyim de baş hareketim ona göre anlam kazansın” hareketidir o. Beğenirse onay, beğenmezse ret yani.

Okudum: “Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihânda / Kaldı arada subha-yı mercan mütereddid.”

Tabii ki boş, bomboş gözlerle baktı bana. Hayatın anlamını “seçmemek”le seçmiş, kendinden emin o genç adam bir anlığına, sadece kısa bir anlığına, bir Japon turistle muhatap olmuş gibi şaşkınlıkla baktı yüzüme. “Neredeyse sendeledi” diyerek de tarif edebilirdim o anı. Çünkü bilirsiniz, o yaşlarda bilmediğini kabul etmemek için sendeler insan.

Biraz zorlamaya karar verdim onu. “Anlamını bilmediğin” dedim, “altı üstü iki kelime vardır belki burada. Biri ‘leb’ yani ‘dudak.’ Diğeri de ‘subha’ yani ‘tespih.’ Şimdi çözdün mü meseleyi?”

Tabii ki çözemedi. Çünkü mütereddidlik günlerinin dibini yaşıyordu ve çünkü o mercan tespih bizatihi kendisiydi. “Kendinle yüzleşmek mi, ölmek mi?” diye sorsam o an, tereddütsüz şekilde penaltı noktasını gösterecek, VAR’a bile başvurmayacaktı.

İlk soruya döndüm: “Sana bir tatlı ısmarlayayım mı?”

Şaşkınlığı gözlerinden okunan bu genç adamın belirlenmiş bir kapıdan girmesini sağlamaya mı çalışıyordum peki? Elbette hayır. Kapıyı göstermenin kendisine hiç inanmadım çünkü. Kapıyı göstermek yerine kapının varlığından ve imkânlarından bahsetmeyi tercih ettim hep. Belki bu yüzden şair oldum ve belki bu yüzden yazıyorum yazmam gerektiğini düşündüklerimi. Belki de kapıdan içeri zorla sokulanların ne kadar mutsuz, ne kadar bedbaht olduğunu defalarca görmem yüzündendir. Şimdi bilemedim bunu.

Tatlı konusunda yine sessiz kalınca şöyle dedim: “En kötüsü kapının varlığını inkâr etmektir. Bunun kadar kötü bir şey daha vardır ki o da herkesin girdiği kapıdan girdiğini fark etmeksizin girdiğin kapıyı sadece senin geçebileceğin kadar özel bir kapı zannetmektir. Orası kapı değil, aldatmacadır evlat. Oradan girdiğinde ışık o kadar fazladır ki ışıksız kalmaman kaçınılmazdır. Yolunu elindeki kandille bulabileceğin bir kapı aramaya bak. Kandili senin yerine tutacağını ve yolu göstereceğini söyleyen insanın ise samimiyetinden emin ol. Yolunu aydınlatacağını söyler ve kaybolur ortadan. Sana da sonunda karanlıkta, bir başına, ışığı çalınmış biri olarak kalmak düşer.”

“Hangi tatlılar var acaba?” diye sordu.

“Şu ismini bir türlü doğru düzgün söyleyemediğim ama böyle içinde hücresel boşluklar olan bir tatlı var. Onu tavsiye ederim” dedim.

“Yok yaaa” dedi ağzını yaya yaya “ben bir tiramisu alayım.”

“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz”

Savaş başlamamıştı henüz. Halep’te araya araya bulmuş, Seyyid Nesimi’nin kabrini ziyaret etmiştim. Bu işlerden iyi anlayan bir arkadaşım, Türkçe’nin büyük ve görkemli şairi Nesimi’nin yanısıra yine Türkçe’nin en büyük şairlerinden birinin, Nabi’nin de uzunca bir süre Halep’te yaşadığını, her ne kadar kabri İstanbul’da olsa da Nabi için Halep’in çok önemli bir durak olduğunu anlatmıştı. Hatta Nabi’nin “bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz” beytiyle başlayan meşhur gazelini de Halep’te yazdığından bahsetmişti.

Bu gazelin hikâyesine çok sonraları muttali oldum. Nabi, Halep’te iken ismini gençliğimde sıkça gidip dostlarla çay içtiğim medresesinden bildiğim Çorlulu Ali Paşa sadrazam olur. Artık Nabi ile arasında nasıl bir çekişme varsa, Çorlulu, neredeyse ilk icraatından biri olarak şairin malikânesini elinden alır ve saray tarafından kendisine bağlanan aylığı keser. Bu karar, padişah 3. Ahmet tarafından tez zamanda düzeltilse ve Nabi’ye hem itibarı, hem evi, hem de aylığı iade edilse de Nabi merhum Türkçe’nin bu büyük gazelini tam da o ara dönemde kaleme alır: “Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde / Biz hezâran mest-i mağrurun humarın görmüşüz” beytini de tam olarak Çorlulu Ali Paşa’yı yaralamak için kaleme alır. “Biz binlerce mağrur sarhoşun ayıldıktan sonraki rezil sersemliklerini görmüşüz” der Osmanlı’nın kudretli sadrazamına.

Geçmişte bir yazım üzerinden arayıp bana “ayar” vermeye kalkan bir “devletlû”ya bu beyti hatırlatmışlığım olmuştu. Şimdi zatıâlileri “devletlû” değil. Fakat Nabi hâlâ Nabi. Ve biz hâlâ onun dizeleri, beyitleri, gazelleri ile sükûnet buluyoruz: “Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd / Bu bezmin Nâbîya çok bâde-hârın görmüşüz.”

Orada, o özlediğim yerde

Halep’lerden bir Halep’te Nesimi’nin kabrinin az ilerisindeki bir çayhanede dostlarla oturmuş, fetair, asir ve çayla kahvaltı etmiştik. Fetair yani sıcacık küçük pidecikler; asir yani tazecik sıkılmış meyve suları… Halep Kalesi’ni temaşa ediyor, şehre mahsus o sıcak esen rüzgârın oluşturduğu o eşsiz hissi tenlerimizle telezzüz ediyorduk.

Ebu Muhsin, Halep Türkmenleri’ne mahsus Türkçe’siyle tatlı tatlı anlatıyor; ta ilerden Sabah Fahri’nin bir şarkısı çalınıyordu kulağımıza. Birazdan Halep Ulu Camii’ne yani Zekeriya Mescidi’ne gidecek, caminin avlusundaki sandalyelerde oturan o kör hafızlardan birinin aşr-ı şerif tilavetini kayda alacaktık.

Orada, ne olduğunu bilmediğim fakat ağza gelen o küçük baharatıyla insanı mest eden o tahinli fetairi yerken Halep’in ne güzel, ne mübarek, ne kutlu bir şehir olduğunu iliklerime kadar hissettiğimi hatırlıyorum.

Savaş başlayana kadar bulduğum her fırsatta, her aralıkta bu güzeller güzeli şehre gitmiş ve her seferinde “ne güzel yahu ne güzel” diye düşünerek dönmüştüm evime.

Biliyorum. Şimdilerde diline “bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz” beyti düşmeyen Halep, yeniden o sıcak rüzgârı arkasına alacak ve dirilecek. Bunun başkaca bir yolu yok. Sadece, bize kendisini unuttuğumuz için kızacak fakat. Hem de çok kızacak. Halep’in yüzüne bakacak yüzümüz olmayacak uzun süre. Çünkü unuttuk. Unuttuk ve hazana mahkum ettik o güzel şehri.

#Nabi
#Halep
#Seyyid Nesimi
2 yıl önce
Sana bir tatlı ısmarlayayım mı?
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset