Şair-senaryo yazarı Süleyman Çobanoğlu ile ne zaman tanıştık? Anlatayım.
dergisinin çıkış heyecanını yaşıyoruz. Henüz böyle gelişmiş bilgisayarlar yok, bizde hiç yok. Ben
mecmuasındaki alışkanlığım ile yazı sütunlarını kesip yapıştırdığım bir maket hazırlıyorum. (Bilgisayar kullanmayı sevmediğim-öğrenmediğim için
yönetimini bıraktığım güne kadar hep böyle maketler hazırladım).
Sonra bunları sanıyorum Üretmen Han'da makinası olan bir arkadaşa çektirip, öyle montaj yapıyorduk.
İzmir'den bir mektup geldi. Pelür kâğıtlara daktilo ile yazılmış şiirler çıktı. Gönderen kişiyi tanımıyordum ama şiirler bence (Çağla değil) olgunlaşmış idi.
(Mayıs 1990, sayı: 3)
Güneş asılsız çıktı. Ve ışıklar tükendi
İkimiz de titreyen fitillere kapandık
Tahtını kurmak için gözlerini beğendi.
Ağırladık geceyi, konuk ettik ve andık.
Uyu. Yediveren gülleri bahçemizdedir,
Ve sevdan arsız sarmaşıklar gibi içimde
Dertlerimiz ya uzaklarda bir denizdedir;
Ya saçlarından sonra unuttuğum mevsimde.
Az sonra avuçların uyanacak. Ve sesin,
Bir çiçeğe su gibi üstüme dökülecek
Ama bırak, bırak da içten-içe titresin;
Şu küçük lambanın nesi var götürecek?
Dergi çıktı. O akşam
beni telefonla aradı (ki kolay kolay kimseyi telefonla aramaz).
“Bu Lamba şiirini yazan arkadaş kim?" diye sordu. Bilmediğimi söyledim. Uzatmadı kapadı. “Herhalde beğendi ki sordu" dedim içimden.
Epeyce süre Dergâh'ta yazdı. İsmet Özel de onun için beğenip beğenmediğini pek belli etmeyen bir yazı kaleme aldı.
Unutulup horlanan “hece vezni"nin bize dair bir hissiyatı her zaman dile getirebileceğini, yeni bir dil ile ispatlamıştır. Bu sebeple Dergâh'ta onunla beraber yazan diğer hece şairlerini inceleyen bir çalışma ilginç olacaktır. Oğlak Yayınları arasında çıkan
(Temmuz 1995, 7. baskı) adlı ilk kitabını bana şöyle imzalamış: “Kutlu Ağabey'e beş yıla bir hatıra diye" (10.8.1995).
Kapakta şiir için şunları söylüyor: “Şiir hakkında yazmak ya da söylemek şiiri daima sıkıştırır. Yazdıklarım kimbilir ne; bunu tam olarak bilemiyorum. Yine de şiirin, “kıyamet koparken elindeki yeşil dalı dikmek", tekrar tekrar kesilen damarlara tekrar tekrar ulanmak, içimizde dolanan sıcak kurşunun dilde soğuması demek olduğunu kavrıyorum. Beni uzaya dağılıvermekten, berbat bir duvarın ahmak bir tuğlası olmaktan kurtarıyor şiir: O ne sanıldığı kadar geniş, ne de sanıldığı kadar cılızdır.
“Çağla"dakilere gelince. Nereden bilmem henüz taze bir şehzade iken kellesi uçurulan hece, bende kendine yer açtı. Eski ve kuru bir ağacın bendeki sürgünleri bunlar. Onca bateri içinde bir cura'ya heves ettim. Ki çaldığım odur.
Bir gün, ölümden önceki son canlılık kadar süren o “mühlet"te, vidalı ve madeni olmayan bir şiir olacağını umuyorum."
Şiirini hâlâ ilk günün heyecanı ile sürdüren Çobanoğlu'na buradan bir selam sarkıtarak son sözü ona bırakalım:
Kervankıran
Yürüsün eşkin atlar; beyim ne güzel dersin!
Hemi de uyansınlar bezirganlar uykudan
En sondaki hörgücü fakat kim esirgesin
Bir öksüz sıpa gibi takip eden korkudan?