İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi’nin ortak zirvesinden çıkan Gazze krizine ilişkin bildirinin, ‘geleneksel’ duruşun, yani konuşup bir şey yapmama geleceğinin yeni örneği olduğunu düşünen çok insan bulunuyor… Tamamen haksız da değiller. Bildirinin bir ‘duruş’ gösterdiği aşikâr. Fakat itirazlar, “bu bildiğimiz ‘durma’ hali” diyor. Öyle mi, bakalım… Gazze vicdanları o kadar hırpalıyor ki, ‘hemen, şimdi’ yapılmayan hiçbir girişim kamuoylarında karşılık bulmayacak. Türkiye haklı bir davanın samimi
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi’nin ortak zirvesinden çıkan Gazze krizine ilişkin bildirinin, ‘geleneksel’ duruşun, yani konuşup bir şey yapmama geleceğinin yeni örneği olduğunu düşünen çok insan bulunuyor…
Tamamen haksız da değiller. Bildirinin bir ‘duruş’ gösterdiği aşikâr. Fakat itirazlar, “bu bildiğimiz ‘durma’ hali” diyor. Öyle mi, bakalım…
Gazze vicdanları o kadar hırpalıyor ki, ‘hemen, şimdi’ yapılmayan hiçbir girişim kamuoylarında karşılık bulmayacak.
Türkiye haklı bir davanın samimi savunucusu ve mızrak ucu olarak Filistin meselesi ve İsrail sorununun üzerine gitmekte öncü rol oynuyor ama sanki bu yüzden düzinelerce ülkenin imzaladığı bildirinin sorumluluğu da Ankara’nınmış gibi hava yayılıyor…
Yine Türkiye, Gazze katliamının sorumluları olarak ne İsrail’in ne ABD’nin veya diğer faillerin isimlerini alenen zikretmekte eksiklik göstermedi, hatta onları parmağıyla küresel kamuoyuna işaret/ifşa etti ama bu kadar ülke bildiride “ABD” bile diyemedi…
Ankara’nın ‘farkını’ gösterecek benzer örnekleri çoğaltabiliriz ve üstlenilen bu sorumlulukların hiçbiri ülkemiz tarafından ‘yük’ sayılmadığı gibi onurla taşındı. Hem suçlu hem güçlülere karşı hakkı ve adaleti savunmak zaten böyle bir şeydir…
İsrail’i durdurmak ve Gazze’de yaşanan insanlık dramına yardım elini derhal uzatmak dışında hiçbir söylem ve duruşun tatmin edici olmadığını tekrar yazalım. Yapılan konuşmalara ve imzalanan bildirideki maddelere yöneltilen, ‘e ne olmuş, neye yarar’ sorusuna, ‘maalesef, şu an hiçbir şeye’ yanıtını vermekten fazlasını kimse yapamıyor. Yani, prematüre bebeklerin ölmesin için folyolara sarıldığı dünyada ‘kımıldamayan’ her şey suçludur.
Bu yüzden şu satırdan sonra okuyacaklarınız, sadece gelişen durumun doğru fotoğrafını çekme gayretidir…
İİT ve AB’nin metnine bakıldığında, Gazze krizine nasıl yaklaşılacağı zımnen iki bölüme ayrılıyor; birincisi, vahşetin hemen durdurulması,
ateşkes ve yardım süreçleri. Acil olan bu.
İkincisi ise; İsrail ve destekçisi ülkelere hesap sorulması, Filistin Devleti’ne yer açılması, bir daha asla tekrarlanmaması için sağlam bir diplomatik set çekilmesi, nihayet, hepsi için mümkün olan en geniş mutabakatı oluşturmak…
Üye ülkelerin maalesef ‘durduğu’ yer birinci bölüm, yani acilen durdurma kısmı. İkinci bölüm içinse bildirinin duruşu eski örneklere kıyasla daha farklı ve güçlü. Bu umut verici bir hal mi? Kimsenin kefil olacak hali yok, yalnız bir yol kurduğu ortada…
Şeklî şartlardan başlayabiliriz. İİT ve AB, tarihlerinde ilk kez birlikte ve olağanüstü zirve yapıyorlar. Sebebi Gazze ama aynı zamanda İsrail’e ve arkasındakilere karşı ‘bir plan’ geliştirmek…
Türkiye, 31 maddelik bildirinin tüm maddelerine katkıda bulundu. 8 maddeyi de kendisi hazırlayıp bildiriye koydurdu. Bu 8 madde, yukarıda bahsettiğimiz yolun taşlarını döşemektedir. Utanılacak derecede ruhunu kaybetmiş Batı menşeli uluslararası kuruluşlara da ne yapılması gerektiği ve yapılmadığı zaman önlerine konacak iddianame gibidir.
Tek tek yazmaya gerek yok, Cumhurbaşkanı’nın -belli ki bildirinin hazırlanma sürecinde ayak sürüme girişimlerini de ihsas ederek- belirttiği, “bir şeyler yapmak isteyen olursa, ona dayanacak bir zemin vermek için”dir…
Dahası, aynı zamanda ve kısa vadede -10 gün içinde- şahit olacağımız, Türkiye’nin sürükleyeceği bir diplomatik saldırının lojistik ve stratejik hazırlığıdır…
En az dikkat çeken, hatta çekmeyen 11’inci madde bu bağlamın en güçlü ipucudur…
“… S. Arabistan, Ürdün, Mısır, Katar, Türkiye, Endonezya, Nijerya Dışişleri Bakanlarını, İİT ve AB’nin tüm üye devletlerine adına, Gazze’ye yönelik savaşın sona erdirilmesi ve kalıcı ve kapsamlı bir barışın sağlanması adına… ciddi ve gerçek bir siyasi sürecin başlatılması için uluslararası eylemde bulunmak üzere yetkilendiriyoruz”…
Bildirinin belkemiği burasıdır. İki platformun bütün devletleri adı geçen ülkeleri bir tür “müzakere elçisi ve barış yapıcı” olarak, kendi adlarına görevlendiriyor ve güçlendiriyor.
Bir, bu ülkeler rastgele seçilmiş değildir. Her birinin ayrı anlamı vardır. Mesela Katar’ın, ABD için en hassas konu olan rehine krizindeki özel rolü gibi. İki, yine adı geçen ülkelerin her biri sorunun parçası olan Batı ile özel ilişkileri olan devletlerdir. Ve, üç, yine bu ülkeler, Türkiye’nin temel önerilerinden olan ‘garantörler’ planının nüvesidir!
Krizle birlikte ‘herkesin bildiği sır’rın alenen tartışılır olması, bölgede ‘yayılma potansiyeli’ açısından ele alınmalıdır. İsrail’in sahip olduğu ama resmen kabul etmediği, ilgili uluslararası anlaşmalara da üye olmadığı, nihayet diğer ülkelerin de şimdiye kadar başlarını başka yöne çevirdiği ‘nükleer varlıklar’ konusu artık Ortadoğu’nun sayısız sorununa eklenmiş bulunuyor…
İsrail nükleer silah konusunda bir depoya sahipken, bu yoldaki başka girişimler yaptırımlar/tehditler altındayken, şimdi kriz nedeniyle, resmileşme yoluna giren İsrail nükleer silahları karşılığında Türkiye veya başka ülkelerin de, ‘biz de yapıyoruz’ diyebileceği çetrefilli bir küresel kriz alanı daha açılmış görünüyor.
Tel Aviv’in, patavatsız bakanına bu denli kızmasının sebebi odur.
Bölge ülkelerinin, İsrail’i dünyaya yalan söyleyerek bu silahları edinmiş ülke olarak kayda geçirip, dahası, hamilerini bu iki yüzlülüğe katarak, nükleer silah kontrol anlaşmalarından imzalarını düşürmeleri zor değil. Kaldı ki, küresel-bölgesel güvenlik anlaşmalarından çekilmeyi Batı’nın yeni trend haline getirdiği anımsanırsa…
Keza, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül 2019’da zikrettiği, “Birlerinin elinde nükleer başlıklı füze var, bir tane iki tane değil. Ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın!
Ben bunu kabul etmiyorum” sözleri de öyle…