|
Ölü doğmuş bir bebek

İsrail’le Arap komşuları arasında yaşanan ve İsrail’in mutlak üstünlüğüyle sonuçlanan Altı Gün Savaşı’nın (1967) ertesinde, Birleşmiş Milletler (BM), oldukça ilginç bir şahsiyeti Ortadoğu’ya “barış müzakerecisi” misyonuyla tayin etmişti: Gunnar Valfrid Jarring. O dönemde ülkesinin Sovyetler Birliği nezdindeki büyükelçisi olarak görev yapan İsveçli diplomat, donanımı ve ilgi alanları itibariyle döneminin en sıra dışı isimlerindendi.



1907’de bir çiftçinin oğlu olarak doğan Jarring, sanat tarihi eğitimi aldıktan sonra felsefe doktorası yapmış, ardından Türk dilleri üzerine çalışmaya başlamıştı. 1930’lar boyunca Lund Üniversitesi’nde Türkçe dersleri veren Jarring, bu süreçte Asya’da uzun seyahatler de yaptı. 1929-30’da Doğu Türkistan’a, 1934’te Moskova ve Leningrad’a, 1935-36’da Afganistan ve Hindistan’a, 1940’ta da Ortadoğu’ya giderek, tüm bu bölgeleri adım adım gezdi. Sahada kazandığı tecrübeyi diplomaside değerlendirmek isteyen Jarring, hariciyedeki görevine 1940’da Ankara’ya ataşe tayin edilerek başladı. Daha sonra Tahran, Bağdat, Addis Ababa, Karaçi ve Yeni Delhi’de görev yaptı.

1964’te Moskova’ya büyükelçi olarak görevlendirilen, aynı zamanda İsveç’in Ulan-Bator’daki (Moğolistan) büyükelçiliğini de yürüten Gunnar Valfrid Jarring, 1967’de bu kez İsrail-Filistin meselesinin çözümü için Ortadoğu’ya gönderildiğinde, bu durum hem memnuniyetle hem de şaşkınlıkla karşılanmıştı. İslâm dünyası ve sahada yaşanan gerçeklikler hakkında böylesine yetkin bir kişinin seçilmesi memnuniyet vermişti şüphesiz, ancak Jarring’in İsrail’le diplomatik ilişkisi bulunmayan Sovyetler Birliği’ndeki görevini de sürdürecek olması, çabalarının verimliliğinin sorgulanmasına yol açmıştı.

Londra, Paris, Washington, Kudüs ve Kahire arasında mekik dokuyarak çalışmalarını sürdüren Jarring, 1991’de resmen sona eren uzun misyonu boyunca, İsrail-Filistin sorununun çözümü noktasında somut bir ilerleme kaydetmeyi başaramadı. Çalışma tarzındaki gizlilik (basına asla röportaj vermiyor, gittiği yerlerde resmî temaslarda bulunmuyor, taraflar arasında yürüttüğü “mekik diplomasi”ni genellikle gözlerden uzakta, otel odalarında gerçekleştiriyordu) sebebiyle o dönemde çokça eleştirilmiş olsa da, Gunnar Valfrid Jarring, günümüzde özellikle Mısır-İsrail barışının temellerini atan isim olarak biliniyor. Bu barışın, Mısır’ın Filistin davasından İsrail lehine çekildiği bir süreci başlattığı malum.

***

1948’de İsrail’in kuruluşundan itibaren (hatta bunun öncesinde, İngiliz Mandası zamanında) Filistin topraklarında yaşanan sancının ve işgalin “makul” bir çözüme kavuşturulması noktasında çok sayıda girişimde bulunuldu. BM temsilcisi olarak Ortadoğu’ya yollanan isimlerin hiçbiri Gunnar V. Jarring kadar yetkin değildi, hiçbiri de onun kadar uzun süreli ve sabırlı çalışmadı. Ortaya atılan “barış teklifleri”nin temel sorunu ise, İsrail’in menfaatlerini öncelemesi ve Filistinlileri ikinci plana atmasıydı.

1967’de BM Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen ünlü 242 No’lu Karar, 1978’de Mısır’la İsrail arasında yürütülen ve bir barış anlaşmasıyla neticelenen süreç, Suriye’nin de katılımcılar arasında yer aldığı 1991 Madrid Barış Konferansı, “Filistin Yönetimi”nin kurulmasıyla sonuçlanan 1993 Oslo Süreci, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak’la Filistin Yönetimi Lideri Yaser Arafat’ın bizzat iştirak ettiği 2000 Camp David Görüşmeleri, ABD Başkanı George W. Bush’un altyapısını hazırladığı 2001 Taba Görüşmeleri, 2002’de Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın açıkladığı ve İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi karşılığında Arapların İsrail’i resmen tanımalarını öngören plan, “Ortadoğu Dörtlüsü” (ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve BM) liderliğindeki 2003 “Yol Haritası”, 2003 Cenevre Görüşmeleri, 2010 Washington Görüşmeleri ve daha niceleri… Hepsinde de aynı arıza mevcuttu: Filistinlileri “çözüm”e zorlayan dış aktörlerin gözettiği tek hassasiyet, İsrail’in menfaatlerinin yara almamasıydı.

***

Göreve başladığı günden bu yana adeta “İsrail başbakanı” gibi hareket eden ABD Başkanı Donald Trump, damadı Jared Kushner’le birlikte hazırladığı yeni bir “barış planı”nı dünyaya ilân etmeye hazırlanıyor. “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırılan ve şimdiden bazı ayrıntıları İsrail gazetelerine sızdırılan plan, şimdiye kadar ortaya atılan sayısız plan, program ve inisiyatif gibi yine İsrail odaklı. Yalnız bu defa, Filistinlilerin İsrail’e tamamen teslim olmalarını ve ellerinde kalan son şeyleri de Yahudilere teslim etmelerini öngören planın destekçileri üç önemli Arap ülkesi: Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Sızan taslak eğer doğruysa, bu ülkeler kurulacak yeni “Filistin devleti”nin tüm masraflarının yüzde 70’ini karşılamayı da taahhüt etmiş durumda.

Yakın tarihi okumaya ve bilmeye tenezzül etmediği anlaşılan Trump yönetiminden, yeni “barış planı”nın şimdiden ölü doğmuş bir bebeğe dönüştüğünü kavramasını beklemek beyhude çaba. Ama belki Arap dünyasının -hâlâ kaldıysa- vicdan sahibi yetkililerine bir çağrıda bulunmak işe yarayabilir. Hatta o çağrı, geçtiğimiz günlerde yükseldi bile. Hem de çok sürpriz bir isimden:

Aynı zamanda bir rahip olan Uluslararası Kudüs Adalet ve Barış Komitesi Başkanı Manuel Musellem, yayınladığı mesajda şunları haykırdı:

“Ey Arap yöneticiler! Biz, Kudüs’ün, Filistin’in ve kilislerimizin anahtarlarını Halife Ömer’in tertemiz ellerine teslim ettik. Ömer’e verdiğimiz söze şimdiye kadar sadık kaldık ve kalacağız. Siz ise şimdi bu anahtarları, elleri Müslümanların ve Hıristiyanların kanlarıyla kirlenmiş Siyonistlere veriyorsunuz! Siz, bu halinizle, Kudüs’ü ve Filistin’i hak etmiyorsunuz!”

#Kudüs
#İsrail
#Filistin
#ABD
5 yıl önce
Ölü doğmuş bir bebek
Özel örnekler üzerinden kamu kurumlarında yaşanan etik ihlalleri
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!