|
Yaş alırken…

“İnsanın yaşlanırken aynı zamanda olgunlaştığının işareti, bu dünyanın derdinin, tasasının bitmeyeceğini anlaması, tahammül ve hoşgörüsünü artırması, yüzünü daha ziyade ukbaya çevirmeye başlamasıdır.” Erol Göka’nın twitter’da yazdığı bu satırlar, yaşlanarak yürüdüğümüz bir hayatın içinde olması gerekeni çok iyi anlatıyor.

Dün doğum günümdü, doğal olarak insan geçen yıllar üzerine daha fazla düşünüyor. İç muhasebenin ardından, kazanılanlarının kaybettiklerimizden çok daha fazla olduğunu düşündüm. Bu nedenle yaş almayı direnç ya da hüzün ile karşılayanlardan değilim. Tam tersi yaş ile birlikte dinginleşmenin sadeleşmenin büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Tam da bu ruh haliyle güne başlarken Erol Göka Hocanın yukarıdaki tweet’i duygularıma tercüman oldu. Ne kadar ukbaya yön çeviriyorum kısmı tartışılabilir ama daha dingin ve her şeyi daha zamana bırakarak yaşamaya başladığım bir gerçek.

Telâşlı ve aceleci bir karakterim vardı, bu hal nispeten zayıfladı. Beklemek eskiden beni çok yorar ve bezdirirdi, şimdi ise beklemeyi kıymetli bir şey olarak görüyorum. Zamanı planlamayı sevmezdim, her şey hemen olsun isterken şimdi her şeyin bir vakti ve zamanı olduğunu ancak idrak edebildim.

Yaş almakla birlikte zayıflayan özellikler insana bir başka güç olarak dönüyor. Kaybettiklerimiz kazandıklarımız haline geliyor. Bedenimiz zayıflarken hayat tecrübemizle güçleniyoruz. Hoşgörülü olmaktan ziyade insanlık hallerini anlamak ve her şeyin illâki hele de kınadığımız şeylerin kendi başımıza ille de geleceğini bilerek yaşamak da insana çok şey katıyor. Etrafa, “yahu bir dur, bir soluk al, öyle koş” derken buluyorum kendimi. Yaş, saçlarımıza ak, yüzümüze çizgi serse de bizi sükûnetle, dinginlikle, tecrübeyle kavileştiriyor. Yaşlanmayı hüzünle değil, keyifle karşılıyorum.

HATIRA KADAR NARİN HAFIZA KADAR ZALİM

Bir yıldır neredeyse insana hasret bir atmosferin içindeyiz. Binbir insanlık hali içinde, yakınlarımızı kaybediyoruz, üzüntülerimizi bir tuhaf düğün yapıyoruz, bir tuhaf doğumlar, hastalıklar, sevinecek üzülecek olayların içinde hep evdeyiz ve sınırlıyız. Dışarıya, ötekine açılan en büyük kapımız sosyal medya, maskesiz çıktığımız tek yer. Bunu yazarken bile acaba diyorum. Maskeleri değiştirdiğimiz tek yer demek belki daha doğru.

Evlerde, balkonlarda, marketlerde, düğün ve cenaze evlerinde kendi acımızı yaşarken de başkasının acısına-sevincine iştirak ederken de bir tuhafız. Yeni normalimiz bu tuhaflıklarla oluşuyor, gelişiyor, kalıcılaşıyor. Fatma Barbarosoğlu tam burada bu başlangıç anında yaşananları hikayelerine taşımış. “Hatıra Kadar Narin ve Hafıza Kadar Zalim” başlığında on bir hikâyede toplamış. Her bir hikâyede artık giderek daha aza temas edebildiğimiz ötekine dair sosyal medyada maskelenen ilişkilerin ve hatta sosyal medyayla kurulan ilişkilerin hikâyesi var. İletişim sahamız sanal medya olunca, muhitlerimiz de evin içinde çekirdek aileye daraldıkça -başımıza neler geldi ve de gelecek... Bu çerçevede bu hikâyeleri gelecek toplumu için öncü yazılar olarak görüyorum.

Pandemiye bir sosyolog hikâyecinin penceresinden bakınca görülenler bizi kendimizle yüzleştiriyor. Kitabın bir başka güzel tarafı da yaşadıklarımız ve hissetiklerimizin mıh gibi yerine oturan kelimelerle tanımlaması.

SEATTLE GÜNLÜĞÜ

Efendim çocuklarımızı büyütürken de yazıyor ve çalışıyorduk, torunları büyütürken de yazmaya devam ediyoruz. Aynı zamanda mimarlık tarafı da olan Cihan Aktaş, Amerika’nın hem şehircilik, hem sosyal doku, hem de sanayileşme tarihiyle ilginç şehirlerinden birisi olan Seattle’a torun bakmaya gittiğinde oradan sadece torun bakarak geri gelmeyeceğini az çok tahmin ediyorduk. Nitekim de öyle oldu.

Cihan, altı ay sonra dönerken Seattle gözlemelerini pek çok açıdan yorumlayan notlarla geldi. Mahalleler içinde dayanışma merkezleri, tüketim karşıtı gruplar, sade ve doğal yaşamcılar, evsizler, kentin merkezinin taşınmasıyla ortaya çıkan sosyal problemler, yeni bir sivil toplum anlayışı derken birçok başlıkta Seattle’ı anlatan bir kitap kaleme aldı.

Doğrusu filmlerin anlattığı Amerika’nın dışında, mahalleleri, şehri bir Türk yazarın gözünden yorumlayan günlük yazılarını büyük keyifle okudum. Torun bakarken bu gözlem hanesine takılan “yeni ebeveyn” bakışı da ilgimi çeken bir konu oldu. Ebeveyn-çocuk ilişkisi değişirken anneanne-torun ilişkisine ne olacak bilmiyorum ama anneanne yazar olunca torun bakarken ortaya bir de güzel kitap çıkıveriyor.

#Yaş
3 yıl önce
Yaş alırken…
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’