6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunundaki amaçlar ile sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerezler kullanılmaktadır. Detaylı bilgi için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.

Demokrasiye ilk darbe: 27 Mayıs
- Twitter'ta paylaş
- Facebook'ta paylaş
- BiP'te paylaş
- Telegram'da paylaş
- Whatsapp'ta paylaş
- Pinterest'te paylaş
- Flipboard'da paylaş
- E-posta gönder
- Türkiye'de çok partili siyasal hayata geçiş ve Demokrat Parti efsanesi
- 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ve Milli Birlik Komitesi İktidarı
- Bir Devir Yargılanıyor: Yassıada Mahkemeleri
- 27 Mayıs 1960 Darbesi ve basının ilk demokrasi sınavı
- Yeni vesayet: 27 Mayıs darbesinin kurumsallaşması
Türkiye'de çok partili siyasal hayata geçiş ve Demokrat Parti efsanesi
Türk siyasal tarihinin yakın dönemlerine dair yapılacak bir araştırma, aynı zamanda sivil siyaseti kesintiye uğratan darbelerin seyrine yönelik de bir araştırmadır. 60 yıllık çok partili siyasal hayat tecrübesi olan Türkiye’nin demokrasi tarihinde gerçekleşen veya gerçekleşmeyen muhtıra ve darbelerin sayısı bu durumun bir kanıtı olarak gösterilebilir. Demokratik işleyişin askıya alınması o kadar sık aralıklarla gerçekleşti ki ‘Türkiye‘de her 10 yılda bir darbe olur’ sözünün adeta siyasal bir aforizma olarak benimsenmesine yol açtı.
İttihat Terakki geleneği ile gündemimize giren darbeci düşüncenin Cumhuriyet dönemindeki ilk tezahürü 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle oldu. 27 Mayıs darbesi, 1946 yılında çok partili hayata geçen Türkiye‘nin, 1950 yılında yapılan ilk demokratik seçimlerini kazanan sivil iktidarını hedef aldı.
27 Mayıs 1960‘ta gerçekleşen bu ilk askeri darbeden 10 yıl önce Türkiye siyasal anlamda büyük bir değişimle karşılaştı. Cumhuriyet kurulduktan sonra 23 yıl boyunca ‘tek partili’ sistem ile yönetilen Türkiye, 1946 yılındaki seçimlere kadar, sadece bir genel seçim çok partili yapıldı. 1877 yılında seçim kavramı ile tanışan Anadolu coğrafyasında 1908 yılında ikinci defa meşrutiyetin ilân edilmesinin ardından gidilen seçimlere İttihat ve Terakki Fırkası’nın karşısına Ahrar Fırkası çıktı.
Türkiye Cumhuriyeti ise çok partili demokrasiyi ilk olarak 1946 yılında tecrübe etti. 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra 1923-1927-1931-1935-1939-1943 tarihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti olarak katıldığı seçimler yapıldı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı sonuçlar ve kendi içsel şartlarının zorlaması ile 1946 yılında ilk defa çok partili seçime gitti.
Türkiye yol ayrımında
Ekonomisi çöküş sürecine giren Türkiye’de, 1945 yılına gelindiğinde yeni bir siyasi düşüncenin rol alması gerektiği fikri konuşulmaya başlandı. Meclis’te görüşülen ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ CHP içindeki muhalefeti gün yüzüne çıkardı. Kanun görüşmeleri esnasında kürsüde uzun bir konuşma yapan milletvekili Adnan Menderes dikkatleri üzerine çekti. Türkiye siyasetini yeni bir sürece sokan bu ilk adım, “Dörtlü Takrir” adıyla bilinen 7 Haziran 1945 tarihli önerge ile atıldı.

Türkiye’yi yeniden çok partili siyasi hayata sürükleyen birbirinden önemli hem dış hem de iç etkenler vardı. Bu etkenlerden dış kaynaklı olanlar II. Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye, savaş koşullarının ağır ekonomik şartlarını kaldırmakta zorlandı.
Savaşın sona ermesi ile birlikte oluşan iki kutuplu dünya, birçok ülkeyi bir tercih yapma noktasına getirdi. Bu koşullarda kendi çıkarını Batı bloğuna yakınlaşmakta gören Türkiye, bu yakınlığın gereklerini de yerine getirmeye çalışmaktaydı. Batı’dan gelen taleplerin en açığı ise tam anlamıyla ‘demokratik’ bir siyasal sistemin oluşturulmasıydı.
1945 yılında çok partili hayata geçiş açısından oldukça önemli bir diğer gelişme bizzat Atatürk tarafından Demirağ soyadı ile taltif olunan Nuri Bey‘in Milli Kalkınma Partisi‘ni kurmasıdır. Bu parti herhangi bir seçime katılamamasına rağmen sembolik olarak oldukça önemlidir. Tek parti yönetiminin kendi dışında muhalif bir partiye izin verip vermeyeceği hususunu netleştirdi. Nitekim Nuri Bey‘in partisinden hemen sonra Dörtlü Takrir sahipleri 7 Ocak 1946‘da Demokrat Parti‘yi (DP) resmen kurdular.
Türk siyasi hayatına yeni adım atan DP baskın bir seçimle karşı karşıya kaldı. Cumhuriyetin ilanından sonra yapılan birden çok siyasi partinin yarıştığı ve zamanından önce yapılan ilk seçimler olması nedeniyle bu seçimler Türk siyasal hayatında oldukça önemlidir. 21 Temmuz 1946 Erken Genel Seçimleri öncesi ve sonrasıyla yoğun tartışma ve eleştirilere konu oldu.
“Sonuca razı olmayız”
Adnan Menderes, 17 Temmuz günü memleketi Aydın’da yaptığı konuşmada CHP’lilerin üzerlerinde baskı kurmak istediğini çarpıcı ifadelerle dile getirdi. Sözlerine “Arkadaşlar ben size hesap vermeye geldim” diye başlayan Menderes’in konuşması gazetelere de haber oldu. Kendilerinden istenilenleri şöyle aktardı:
“Bu memlekete hürriyet gelsin diye çırpındık. Dinlemediler. Bizi sorguya çektiler. Yedi saat küfrettiler. Bize kızmalarının yegâne sebebi, istedikleri yolda yürümeyişimizdi. Şark vilayetlerinde ve hudut vilayetlerimizde teşkilat yapmamamızı, köylere asla uzanmamızı istemediler. Halk Partisi'ne karşı hiç olmazsa 40-50 sene iktidara gelme iddiasında bulunmamamızı istediler. Görülüyor ki arkadaşlar, bizden beklenilen demokratik manzarayı tamamlayan bir süs olarak kalmak.”
CHP’li Nihat Erim 30 Mayıs 1946 günü Ulus gazetesinde yayınladığı “Şal” başlıklı makalesinde, İnönü’nün nabzını yoklayarak başarısız seçim propagandasından yakındı. İnönü ise Erim’e, “Demokrat Parti kazanırsa yönetime el koyarız” şeklinde yorumlanacak şu yanıtı verdi: “Ben ihtilalci ve Kuva-i Milliyetçi İsmet’im. Biz bu ülkeyi yoktan bu hale getirdik, üç beş çapulcuya maskara etmeyeceğiz. Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne ala, olamazsa vazgeçer eski usulde birkaç sene daha devam ederiz.”

62 DP’li Meclis’te
İlk seçim deneyimini, kurulduktan 7 ay sonra Temmuz 1946’da yaşayan Demokrat Parti, her ne kadar ülke genelinde yeterince örgütlenememiş olsa da seçimlerde ciddi başarılar elde etti. 7 ay gibi kısa bir sürede meclise 62 milletvekili sokma başarısını gösterdi. 1946 seçimleri hem Türkiye hem de CHP için bir şeylerin değişmeye başladığının apaçık bir göstergesiydi. Sağ tarafa DP’liler, sol tarafa ise 397 CHP milletvekili yerleşti. Cumhurbaşkanlığı seçimi için CHP’nin adayı İsmet İnönü, DP’nin adayı ise Mareşal Fevzi Çakmak’tı. İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. Fevzi Çakmak ise CHP’lilerin de oy vermesi ile çok partili Meclis’in ilk başkanı oldu.
‘Beyaz İhtilal’
1946 seçimleriyle Meclis’e girmeyi başaran DP‘nin kuruluşu ve iktidara geliş süreci Türk siyasal hayatı açısından bir dönüm noktası oldu. Siyasette ve ekonomide liberal bir anlayışı savunan DP, alternatif söylemiyle çeşitli toplumsal sınıfları harekete geçirebilecek bir yapı sergiledi. Siyasal muhalefetini ise CHP‘nin halktan kopuk baskıcı uygulamalarına dayandırdı. Bu muhalefet sonuç verdi ve DP, 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimi kazanarak iktidara geldi. 27 yıllık tek parti yönetimi sonlandı ve çok partili yaşama geçiş sürecinin tamamlandığı bir aşamaya geçildi.
Meclis'e gelen 'Beyaz İhtilalin' kahramanları ellerindeki albümlerden birbirlerini tanımaya çalışıyordu. 22 Mayıs'ta toplanan TBMM'de meclis başkanlığına Refik Koraltan, cumhurbaşkanlığına Celal Bayar seçildi. Hükümet ise Adnan Menderes başbakanlığında kuruldu.

Menderes'in ilk icraatı Arapça ezana özgürlük
İktidardaki Demokrat Parti'nin ilk icraatı ise 18 yıldır Türkçe okunan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlamak oldu. Parti içinden gelen 'henüz erken' İtirazlarına rağmen Arapça ezan için iradesini ortaya koyan Başbakan Menderes'e Meclis önünde toplanan vatandaşlar da destek verince süreç hızlandı. 16 Haziran 1950 günü yapılan düzenlemenin sonucu Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a telsiz aracılığıyla bildirildi. Bayar'ın onaylaması ile CHP'nin 1932'de çıkardığı Türkçe ezanın zorunluluğu tarihe karıştı. Arapça ezanın serbest bırakıldığı gün Bursa'da bir camide ikindi ezanı 7 defa Arapça olarak okundu.

Menderes kabinesi, güvenoyu aldıktan kısa bir süre sonra, hükümete karşı askeri darbe yapılacağı yolunda alınan bir ihbar üzerine hükümet, başta Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdurrahman Nafiz Gürman olmak üzere, Silahlı Kuvvetler Birliği‘nde büyük bir görev değişikliği yaparak 15 general ve 150 albayı 2–3 ay içinde emekliye sevk etti.
DP iktidarı, 8 Ağustos 1951 tarihinde çıkardığı 5830 sayılı yasayla Halkevlerini kapattı ve Halkevlerinin bütün mal varlığına el koydu. DP iktidarı ile muhalefet arasındaki gerginlik, Millet Partisi‘nin kapatılmasına ilişkin kararla birlikte daha da arttı. CHP döneminde kurulan Köy Enstitüleri de, 27 Ocak 1954 tarihinde Köy Öğretmen Okulları ile birleştirilerek ortadan kaldırıldı.

Bütün bu gelişmelerin dışında DP iktidarının ilk döneminde, dış politikada büyük bir başarı olarak kabul edilen NATO üyeliği elde edilmiş, işçilere haftalık tatil hakkı veridi, toprak dağıtımına büyük bir hızla devam edildi, başta traktör olmak üzere tarım araç-gereçlerinde önemli artışlar sağlanarak, üretimde verimli bir dönem geçirildi.
DP, CHP, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ve Türkiye Köylü Partisi’nin (TKP) katıldığı 2 Mayıs 1954 seçimleri iktidar partisinin ezici zaferiyle sonuçlandı ve DP 541 milletvekilliğinden 503‘ünü elde etti.
1950 ve 54 seçimlerinden büyük bir başarıyla çıkan Demokrat Parti 1957'de oylarını düşürse de tek başına iktidar olmayı başardı. Bu sonuç aynı zamanda Adnan Menderes ve partisinin de sonunu getiren ilk gelişme oldu. Sandığa söz geçiremeyen CHP asker, basın ve üniversiteleri de arkasına alarak 27 Mayıs'ın zeminini hazırlayacaktı.
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ve Milli Birlik Komitesi İktidarı
Türkiye’de on yıllık Demokrat Parti iktidarını sona erdiren ve uzun yıllar askeri vesayetin siyaset üzerinde baskı kurmasına neden olan 27 Mayıs 1960 darbesine giden yol aynı zamanda 15 Ekim 1961 seçimlerini de etkileyen temel unsurdu.
Gizli komitalar ve 9 Subay Olayı
Seçimlerden sonra kurulan Beşinci Menderes hükümeti, 1950–1960 Döneminin son hükümeti oldu. Hükümet göreve gelir gelmez yaşanan “Dokuz Subay Olayı” 1958 Türkiye’sinin önemli gündem maddelerinden biridir.
Komiteyi 1954'te İstanbul'da Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay`ın kurdu. Faruk Güventürk, Ahmet Yıldız, Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı ve Necati Ünsalan gibi genç subaylar da bu komiteye katıldı. Ankara`da ise Talat Aydemir, Millî Müdafaa Vekili Ethem Menders`in yaveri Adnan Çelikoğlu, Sezai Okan, Osman Köksal ve yandaşları ayrı bir komite kurdu.

İstanbul ve Ankara’da kurulan bu komiteler 1957’de birleşti. DP`nin kaybedeceğini varsayan Birleşik Komite 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde zırhlı birlikler ile şeref tribünündeki DP’lileri tutuklayarak yönetime el koymak için plan yaptı. Fakat seçimde DP kazandığı için darbe Şubat 1958’e ertelendi.

Komite üyesi Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu’nun 16 Ocak 1958’de ihbarı üzerine kendisiyle birlikte emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu tutuklandı. Yargılamalar sonucunda 8 subay beraat etti, Kuşçu ise "iftira" suçundan mahkum oldu.

Toplumsal kutuplaşma
17 Şubat 1959'da Menderes'in başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düştü. Bu uçak kazasından Menderes'in yara almadan kurtulması iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açsa da bu durum fazla sürmedi. 1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıktı. CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını taktı.
İnönü, Uşak, Manisa ve İzmir'den sonra 4 Mayıs'ta İstanbul'a geldi. Yeşilköy Havalimanı'ndan şehir merkezine giderken Topkapı'da halkın tepkisiyle karşılaştı. Askerin müdahalesi ile İnönü olay yerinden kurtarıldı. Birçok ilde CHP-DP arasında olaylar patlak verdi.
28 Nisan'da İstanbul'da 29 Nisan'da Ankara'da çıkan öğrenci olayları zorlukla bastırıldı. Olaylarda kan dökülmesi nedeniyle DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan etti.
Atatürk Bulvarı'nda sessiz yürüyüş yapan Harp okulu öğrencileri ise 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan Başbakanı Nehru'yu karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için aynı arabaya binecek olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planladı. Bu eylemin dış dünyaya karşı olumsuz etki oluşturacağı kanaatine varılarak plan reddedildi.
Cumhuriyet tarihinin ilk sivil itaatsizlik eylemi de bu günlerde yapıldı. Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylem adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden aldı. 28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda öğrencilerin hayatını kaybetmesi toplumu kutuplaşmaya sürükledi.

27 Mayıs ve darbecilerin iktidarı
Toplumsal gerginliğin artması ile adeta zemini oluşturulan darbe emir komuta zinciri dışında 27 Mayıs 1960 günü gerçekleşti. 1924 Anayasası dönemini kapatan askeri darbe, 25 Ekim 1961 günü yeni TBMM‘nin açılmasıyla sonlanacak bir ara dönemin de mimarı oldu. Darbe, en üst rütbesi albay olmak üzere, bir grup subay tarafından planlandı. Darbenin asıl lideri ve kurulan gizli örgütlerin teşkilatlanmasını sağlayan kişi Tümgeneral Cemal Madanoğlu olsa da rütbesinin orgeneralden küçük olması ve Ankara ile İstanbul dışındaki komutanların karşı bir müdahalede bulunma ihtimali nedeniyle darbecilerin başına Orgeneral Cemal Gürsel getirildi.

27 Mayıs cuntasının idamla yargıladığı Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun ise cuntanın başlattığı darbenin en sıcak dakikalarının yaşandığını anlarda evinden çıkmaya hazırlandığı sırada darbeciler kapısını kırarak içeriye girdi. Erdelhun Paşa, silah zoruyla Harp Okulu’na götürüldü. ‘Cuntanın lider ol’ teklifini reddedince radyoevinden okunan bildiriyle tarihe kara bir leke olarak geçen, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk darbesi ilan edildi.

Darbeye karşı oluşabilecek direnişi engellemek amacıyla, ilk olarak Tümgeneral Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi, Süvari Yarbay Reşit Çölok komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozok komutasındaki Tank Taburu etkisiz hale getirildi. İkinci olarak ise, ordu evindeki subaylar teslim alındı. Ankara 27 Mayıs‘a burada çıkan çatışma sesleri ile uyandı.

Asker içinde oluşabilecek direnişi engellemek için yapılan bu girişimlerin yanında siyasilerde gözaltına alındı. 27 Mayıs sabahının ilk saatlerinde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, TBMM Başkanı Refik Koraltan ve İçişleri Bakanı Namık Gedik başta olmak üzere, DP milletvekilleri gözaltına alınarak Harp Okulu binasına götürüldü. Adnan Menderes ise Kütahya yolunda tutuklanarak Harp Okulu‘na getirildi. Darbeciler bu girişimlerle darbenin ilk aşamasını tamamladılar.

Bir Devir Yargılanıyor: Yassıada Mahkemeleri
27 Mayıs Darbesi’nden hemen sonra darbeyi meşru bir zemine oturtmak ve Demokrat Partilileri toplum nezdinde itibarsızlaştırmak için Milli Birlik Komitesi, Demokratların yargılanmasına karar verdi. Bunun için bir Yüce Divan kurulacak ve Demokrat Partililer burada yargılanacaktı.
Mahkemelerin görülmesi için Yassıada’da 8 bin kişilik bir spor salonu hazırlandı. Mahkemeler halka açık olacak, cuntanın onayından geçenler Yassıada duruşmaları için adaya götürülerek yargılamaları seyredecekti. Cuntanın onayından geçen insanların birçoğu Demokrat Partiye kategorik olarak düşman insanlardı. Bu durum duruşmalara da yansıyacak, mahkeme heyetinin Başbakan Adnan Menderes’e hakaret ettiği anlarda tribünlerden coşkulu tezahüratlar yapılacaktı. Duruşmaları takip etmek için gelen insanlar, Demokrat Partililer savunmalarını yaparken onları yuhalayarak, Demokratlara karşı psikolojik harbi yürütmekle sorumluydu. 15 ay süren Yassıada Mahkemeleri bu görüntülerle birlikte Yüce Divan Mahkemesinden çok bir futbol maçını andırıyordu.

Mahkeme heyeti Milli Birlik Komitesi tarafından özel olarak seçilmişti. Heyetin başkanlığına 30 yıllık bir hakim olan Salim Başol getirildi. Savcı heyetinin başkanlığına ise Ömer Egesel atandı. Savcı Egesel ve Heyet başkanı Salim Başol’un, Adnan Menderes ve arkadaşlarına karşı tavrı ilk günden beri alaycı ve küçük düşürücüydü. Menderes’e sık sık hakaretler eden Başol, iddianamenin zayıflığını kapatmak için Menderes’in savunmalarını ciddiyetsizlikle suçlayacaktı.
Demokrat Partililerin suçlandığı iddianameler beklenilenin aksine çok zayıf çıktı. Kamuoyunda darbenin ilk günlerinde çok büyük rakamlarla yolsuzluklar telaffuz edilmiş, Demokrat Parti iktidarının hükümet karşıtı eylemler düzenleyen gençleri öldürerek kıyma makinelerine attırdığına dair akıl almaz olaylardan bahsedilmişti. Ancak bahsi geçen konuların hiçbiri iddianamelerde yer almadı. Çünkü bunlar tamamıyla gerçek dışı ve kamuoyuna darbeyi meşru göstermek için hazırlanmış ısmarlama haberlerdi.
İddianame açıklandığında Menderes, Bayar ve arkadaşlarının 19 ayrı davadan yargılanacağı belli oldu. Bunların içinde Anayasayı ihlal ve Devleti yıkmaya teşebbüs en önemli yeri işgal ediyordu. Demokratlara en ağır ceza bu davadan verilebilirdi. Bu davada verilebilecek en ağır cezaysa idamdı…

İddianamede 6-7 Eylül, Tahkikat Komisyonu, Topkapı ve Kayseri olayları, İstanbul Üniversitesindeki olaylar gibi davalar varken Köpek Davası ve Bebek davası gibi trajikomik davalar da yer alıyordu. İtibar suikasti için hazırlanan bu davaların iddianameye girme sebebiyse Adnan Menderes ve Celal Bayar’ı toplum önünde rencide etmekti. Cumhurbaşkanı Bayar, kendisine hediye edilen Afgan tazısını fahiş bir fiyatla devlete satıp, aldığı parayla çeşme yapmakla suçlanıyordu. Bayar bu davada savunmasına ‘Böyle yüksek bir mahkemenin huzurunda böyle bir konuya muhattap olmak benim için en büyük cezadır’ diye başlayacaktı. Adnan Menderes’in suçlandığı bebek davasıysa bu davalar içinde en ağır ve rencide edici olanıydı. Menderes, Ayhan Aydan’la ilişkisinden doğan çocuğunu öldürmekle suçlanıyordu. Menderes, bu davaların görüldüğü duruşmalarda Savcı ve Hakimler heyetinin ağır hakaretlerine maruz kalacak, duruşmalarda yaşadığı utanç göz önüne açık bir şekilde yansıyacaktı. Adnan Menderes’in Yassıada’da yargılanıp beraat ettiği tek dava ise Bebek Davası olacaktı.

Kamuoyunu işgal eden davalardan bir diğeriyse ‘cımbız davası’ydı. Bu davanın konusuysa Başbakanlığa alınan bir cımbızdı. Davanın iddianamedeki adı Örtülü Ödenek davasıydı. Ancak Örtülü Ödenek davası için hazırlanan iddianamede Başbakanlığa Örtülü Ödenekten alınan bir cımbız konu edilmişti. Savcının iddiasına göre Başbakan Menderes, metreslerinin özel alışverişlerini dahi Örtülü Ödenekten alıyordu ve söz konusu cımbız Menderes’in metreslerinden birine aitti. Ancak gerçek bir süre sonra açığa çıktı. Başbakanlığın özel aşçısı mahkemede verdiği ifadede mevzu bahis olan cımbızın tavukların tüylerini yolmak için Başbakanlık mutfağına alındığını anlatacaktı. Darbenin ilk günlerinde devletin kasasından milyarlarca lirayı hortumladığı iddia edilen Adnan Menderes’in suçlandığı Örtülü Ödenek Davası böyle trajikomik olaylar silsilesinden oluşuyordu. Kanuna göre Örtülü Ödenek harcamaları, Başbakan’ın insiyatifine bırakılmış ve yapılan herhangi bir harcamanın hesap verilebilirliği yoktu. Ancak Adnan Menderes, bu davadan da hüküm giydi.
Yargılamalar bittiğinde 14 idam, onlarca müebbet ve yüzlerce sayıda hapis cezası verildi. Milli Birlik Komitesi, başlangıçta Adnan Menderes, Celal Bayar, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun idamını onaylarken, daha sonra Celal Bayar’ın idamını yaş haddinden dolayı müebbet hapse çevirdi. Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 15 Eylül’de idam edilirken, Adnan Menderes 16 Eylül 1961 günü sabaha karşı idam edildi. Müebbet ve hapis cezaları alan Demokratlarsa, cezalarını çekmek üzere Kayseri Cezaevine nakledildi.

27 Mayıs 1960 Darbesi ve basının ilk demokrasi sınavı
Demokrat Parti’nin son dönemine doğru basınla olan gerginlik artmış, aradaki köprüler tamamen kopmuştu. Cumhuriyet, Ulus, Akşam gibi gazeteler özellikle 1960’ın başlarında çok ağır manşetlerle Demokrat Parti iktidarına yüklenirken, Demokrat Parti’nin bu duruma karşı aldığı tedbirler yetersiz kalıyordu. Bazı gazetecilerin Adnan Menderes ve bakanlara ağır hakaretleri sonucunda hapis cezası alması, Demokratların basın özgürlüğünü kısıtladığı söylemine argüman olarak kullanılıyordu.
Demokrat Parti’nin kurduğu Tahkikat Komisyonuyla ilgili medyada antidemokratik yönetimden, diktatörlüğe kadar birçok köşe yazısı ve haber çıkmıştı. CHP’nin muhalefetin dozunu artırmasıyla birlikte gelişen Topkapı ve Kayseri olayları basında büyük yer tuttu. Üniversite öğrencilerinin başlattığı eylemler, Kızılay olayları derken ortam hızla darbeye hazırlanıyor, gazeteler ise bu durumu olduğundan çok daha büyük göstererek darbeye giden yola önemli katkı sağlıyordu. Demokrat Parti’nin krizi yönetemediği ve köşeye sıkıştığı belli oldukça saldırının dozu arttırıldı. Ve Türkiye bu ortam içinde 27 Mayıs’a gitti.
27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye, Albay Alparslan Türkeş’in tok sesinden darbeye uyandı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğunu açıklayan bildiriden hemen sonra tüm gazeteler yeni günün manşetlerini değiştirdi. 27 Mayıs sabahı Türk Basını darbeyi duyuruyordu. Gazeteler manşetlerden ‘’Silahlı Kuvvetlerin idareye el koyduğunu’’ bayram havasında geçti. Tüm sayfalar darbeyle ilgili haberlerle kaplandı. 27 Mayıs için darbe ifadesi kullanılmazken, ihtilal ve inkilap ifadeleri kullanılıyordu.
Gazetelerin darbeyi sevinçle karşılamasına, köşe yazarları ve aydın takımı da katıldı. Yazarlar darbeyi yapan generalleri göklere çıkarırken, darbenin hedefindeki Demokrat Partililerin işlediği anayasal suçları sıralamaya başlamıştı. Bu yazarların başını Aziz Nesin, Müşerref Hekimoğlu, Çetin Altan, Nadir Nadi, Sabri Esat Sivayuşgil gibi isimler çekiyordu.
Yazılarda darbeyi bayram olarak karşılayan bu isimler Demokrat Partililerden hesap sorulmasını istiyordu. Coşku, hakaret ve nefret dolu yazıların bazıları şöyleydi:
29 Mayıs 1960 / Nadir Nadi - Cumhuriyet
‘’Amaçları sadece Atatürk’ün önderliği altında kurtardığımız bu mübarek vatanda O’na layık insanlar olduğumuzu göstermek. O’nun kurduğu devlet prensiplerini ayakta tutmaktı. Bu çocukların fedakarlığı sayesinde milletimiz Atatürk Türkiyesi’nin çökmediğine, çökmeyeceğine ve bundan böyle hiçbir kuvvetin memleketi gerilik uçurumlarına yuvarlamayacağına bir daha iyice yakından inanmıştır.’’
30 Mayıs 1960 / Başmakale İmzasız - Yeni Sabah
‘’İktidar hırsını adeta bir cinnet haline getirerek memleket gençliğine, profesörüne pervasızca saldıranların, vatandaşları sırf tahakküm zevk ve heveslerini tatmin için öldürmek üzere ateş emri verenlerin, tarihi sima ve şahsiyetleri bile garez kurşunlarına hedef etmek isteyenlerin yaptıkları ve yapmak isteyip de tahakkuk ettiremedikleri yanlarına kar kalmamalıdır.’’
30 Mayıs 1960 / Abdi İpekçi - Milliyet
‘’Evet biliyorduk ve inanıyorduk: Bir gün masalarımızın başına hür olarak oturacak, sadece vicdanlarımızın kontrolüne tabi kalarak her istediğimizi ve bildiğimizi yazacaktık. Ne neşir yasakları dosyasının kabarık sayfalarına bakacak, ne Tahkikat Komisyonu’nun her an gelmesi beklenen men kararından endişelenecek, ne Emniyet Müdürlüğü’nden tehdit telefonları alacak, ne de sabaha karşı matbaamızı muhasara eden polisler gazetelerimizi toplayıp götüreceklerdir.
Gazetemiz kapatıldığı gün aynı şeyi tekrarlamışlardı: ‘On beş gün daha sabredin.’
Sabrettik, şimdi sevinçten ağlıyoruz. Hürmet ve sevgilerimizle.’’
30 Mayıs 1960 / Bedii Faik - Dünya
‘’Ve bakınız bütün muameleleri dolar üzerine. Karılarından çek geliyor, dolar üzerine; ceplerinden banknot çıkıyor, dolar! Türk’ün idare ettiklerini sandıkları Türk’ün, öz parasına dahi güvenleri yoktu. Türk’ü düşman bellemişler, parasını itmişler, gencini vurup öldürmüşler, yaşlısını inletmiş, çocuğunu ağlatmışlar… Sen ey vicdan! Oldun olalı böyle bir zalimler topluluğunun yıkılıp gitmesi kadar, kendine uygun bir hareket gördün mü?’’
Bu yazılar içinde en ağırları İç işleri Bakanı Namık Gedik’in ölümüyle ilgili yazılanlar olacaktı. İddialara göre Namık Gedik, Harbiyede tutuklu bulunduğu odanın camından intihar etmiş ve daha sonra cenazesi çöp arabasında taşınmıştı. Gedik’in ölümüyle ilgili hiç kimse tam olarak gerçeği bilmiyordu. Ama Çetin Altan ve Müşerref Hekimoğlu gibi isimler yazdıkları yazılarda Gedik’in ölümünü alaya alan ifadelerle anlatmaya çoktan başlamıştı.

31 Mayıs 1960 / Müşerref Hekimoğlu - Akşam
‘’Bu satırları bir ölünün arkasından konuşmak üzüntüsüyle yazıyorum. Ama yazmak zorundayım. Mesele Namık Gedik, Ahmet, Mehmet meselesi değil. Şahıslarla hiçbir ilgimiz yok. Bu şahıslara acıyabiliriz, nasıl bu duruma düştüler diye şaşırabiliriz. Ama bu kişileri memleket önünde, millet önünde düşündüğümüz zaman bu duygulardan hemen kurtulacağız. Millete acımayanlara acımağa hakkımız yok. Dr. Gedik’i de sorumlu olduğu sandalyede otururken yaptığı işler içinde düşünmemiz lazım. Uşak olayları, Kayseri olayları, Topkapı olayları, Beyazıt olayları, Kızılay olaylarının sorumlu bakanı Gedik, vicdanıyla baş başa kalınca kanun önüne çıkmak cesaretini bile bulamadı anlaşılan. Olayların dışına çıkınca kurtuluşu ölümde buldu.
Gedik’in ölümü geç bir hesaplaşmanın belirtisi, Herkes için büyük bir ders.’’

31 Mayıs 1960 / Aziz Nesin - Milliyet
‘’Vesikaların açıklanacağı öğrenir öğrenmez Namık Gedik’in üçüncü kattan beyin üstü kendini aşağı atmasını şimdi anlıyorsunuz değil mi?Daha iki hafta önce bir Jupiter edasıyla dolaşıyor, karakolların bodrum katlarında hürriyet isteyen gençlere gerile gerile tokat şaklatıyordu. Ahlaksızlığın Olemp’inden, önce dip üstü çöp arabasına, sonra da beyin üstü kaldırım taşlarına indi. Koltukları ve keseleri uğruna millet kanı dökmüş her siyaset zorbasının sonu mutlaka bir faciayla biter.’’
Bu yazıların kaleme alındığı gazeteler Yassıada yargılamaları devam ederken de aynı dil ve üslubu koruyarak Demokrat Partilileri toplum nezdinde itibarsızlaştırmaya devam etti. Gazetelerde Adnan Menderes ve arkadaşlarının yaptığı büyük yolsuzluklardan, öğrencilerin kıyma makinelerine atıldığından, bazı göstericilerin öldürülüp çeşitli yerlere gömüldüğüne kadar akılalmaz olaylardan gerçekmiş gibi bahsedildi. İddiaların hiçbiri doğru değildi ve ortada somut bir delil yoktu, ancak o günün basınında doğruluk arayan da pek yoktu. Her gün Adnan Menderes’in yeni bir davada hüküm giydiği yazılırken, ülke çapında Menderes’i savunan insanların aldığı hapis cezaları gazete manşetlerini süslüyordu.
Bu haberlerin çıktığı gazetelerin başını ülkenin o dönemde en yüksek trajlı gazeteleri olan Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Ulus ve Akşam çekiyordu. 15 Eylül günü yapılan karar duruşmasında verilen idam kararları ve infazların gerçekleşmesi de ertesi günkü gazetelerin manşetlerindeydi. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın infaz fotoğrafları cuntacılar tarafından fahiş fiyatlara gazetelere satılmış, fotoğraflar gazetelerin sayfasından boy boy servis edilmişti.

Bu manşetleri ve satırları yazarak, demokrasiyle gelmiş sivil bir iktidarın uğradığı zorbalığa alkış tutan isimler ve gazeteler, yıllarca Türkiye’de demokrasinin yılmaz savunucuları olarak anıldı. Geçmişte yazdıkları bu yazılardan dolayı pişmanlıklarınıysa hiçbir zaman dile getirmedi. Yaşanan her darbede darbecilere övgüler dizerken, iktidardan devrilen siyasilere saldırılara aralıksız devam ettiler.
17 Eylül 1961 sabaha karşı Adnan Menderes’in idamıyla bir devir kapanırken, 27 Mayıs’ın Türk Basın Tarihine bıraktığı kara lekeler aradan geçen onca yıla rağmen hala hafızalardaki yerini koruyor.
Yeni vesayet: 27 Mayıs darbesinin kurumsallaşması
27 Darbesinden hemen sonra kolları sıvayan cuntacılar yeni bir sistem getirmek için harekete geçti. Yeni gelecek sistemde devletin resmi ideolojisi olan Atatürkçülük ve ikinci Cumhuriyet olarak anılan 27 Mayıs kesinlikle korunmalıydı. Seçimlere gidilmeden önce yapılacak Anayasayla, seçimlerden çıkacak olası bir kötü sonuca rağmen, kurulacak düzenin devamını sağlayacak bir planlamaya gidilecekti. Bunun için kurucu meclis kurulmuş, üniversitelerden profesörler davet edilmişti. Sıddık Sami Onar’ın başkanlığını yaptığı Anayasa Komisyonu yeni anayasayı yazarken cuntacıların bu hassasiyetlerini özellikle dikkate alacaktı.
Darbeyi meşrulaştırmak için ilk girişim halk oylaması
Darbe sonrası hazırlanan Anayasa’da sivil toplum, sendika ve sosyal haklara özellikle değinilmişti. Bu haklarla birlikte, anayasa özgürlükçü bir anayasa olarak görülecek, yapılacak referandumda toplumdan büyük destek görecekti. Anayasayla birlikte getirilen kurumlarlaysa, seçimle iktidara gelecek sivillerin hareket alanı kısıtlanacaktı. Darbecilere göre siyasilerin denetlenemedi bir ortamda işler çok çabuk 27 Mayıs öncesine dönebilirdi. Sandıkta, devrim olarak nitelendirdikleri 27 Mayıs’a karşı bir devrim gerçekleşmesine izin verilemezdi. Tüm bunları düşünerek yeni bir anayasa hazırlandı.
Anayasa’nın öngördüğü yeni sistem iki meclisli sistemdi. Meclis ve Senato’dan oluşan çift meclisli sistemde senato, meclisin kararlarının son geçtiği kurum olarak kalacaktı. Milli Birlik Komitesi üyeleriyse daimi senatör olarak ölene kadar senatoya seçilecekti.
Bir ayağı Milli Birlik Komitesi, bir ayağı Temsilciler Meclisi olan Kurucu Meclis’e bağlı olarak kurulan Anayasa Karma Komitesi yeni anayasa çalışmalarına hız verdi. Komitede hem askerler hem de Emin Paksüt, Sıddık Sami Onar, Muammer Aksoy, Turan Güneş, Tarık Zafer Tunaya, Coşkun Kırca, Mümtaz Soysal, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi anayasa hukukçuları vardı. Haftalar içinde hazırlanan anayasanın 9 Temmuz günü halk oylamasına sunulmasına karar verildi. Kampanya sürecinde herhangi bir hayır faaliyeti yürütülemezken, cuntacılar, basın ve darbeye destek veren siyasiler topyekun anayasanın ne kadar özgürlükçü ve ilerici olduğundan bahsediyordu. Referandum seçim atmosferini eski gazeteci Orhan Erinç şöyle anlatıyordu:
‘’Fazla canlı bir atmosfer olmadığını söylemek mümkün. O dönem muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi(CHP) daha etkin bir siyasal çalışma yürütmekteydi. Türkiye’nin ilk defa çok partili dönemden demokrasiye geçişi gibi algılandığı içim muhalefet cephesi coşkuluydu ama Demokrat Parti’yi tutanlar da kendilerine yöneltilen suçlama nedeniyle buruk bir yaklaşım sergiliyorlardı.’’

Demokrat Parti’nin devamı olarak görülen partilerin dahi evet oyu vereceklerini açıkladığı bir ortamda gidilen sandıktan sürpriz bir sonuç çıktı. Evet oyları yüzde 61.7’yken, hayır oyları yüzde 38.3’tü. Açıkça hayır vereceğini bildiren tek bir siyasi parti yokken hayırın bu denli yüksek bir sonuç alması herkesi şaşırtmış, darbecileriyse ürkütmüştü. Yaklaşan genel seçimlerde Demokrat Parti’nin devamı olan partilerin iktidar olabileceği endişesi darbecileri korkutmuştu. Tüm bunlara rağmen anayasa geçmiş ve Anayasa’nın öngördüğü şekilde 27 Mayıs artık kurumsallaşmıştı. 27 Mayısçıların sivil siyasete vesayet kurumu olarak hazırladıkları kurumlarsa bu referandumla birlikte kuruldu.

Anayasa Mahkemesi: 1961 Anayasasıyla birlikte kurulan Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yasasında, anayasaya uygunluk denetimi yer alsa da, gerçek amacı, TBMM’yi denetim altında tutmak ve gerektiğinde bakanları yargılamaktı. Kuruluşundan sonraki süreçte, gerçekten arzu edilmeyen yasa değişiklikleri, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilecekti. Anayasa Mahkemesi, değişim taleplerine karşı, en etkili direnç noktası olacak, birçok partiyi kapatarak, siyasetin tepesinde ‘demokles kılıcı’ işlevi görecekti. Anayasa Mahkemesi üyeliği için, yargıç niteliği aranmadığı halde, ceza yargılaması yapması, bu kurumun, siyasal niteliğine bağlanmaktaydı.
Milli Güvenlik Kurulu: ilk kez, Milli Savunma Yüksek Kurulu adıyla 1949 yılında ‘Devlet işlerinin en başında gelen topyekun milli savunma görevlerini yerine getirmek üzere’’ kuruldu. 1961 Anayasasıyla birlikte ‘Milli Güvenlik Kurulu’ adını alarak anayasal bir kurum haline geldi. Askerin siyasetteki etkinliğini artırmak ve sivil iktidara baskı niyetiyle kurulan MGK’nın 1961 Anayasasındaki amacı, ‘Milli Güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir’ şeklinde düzenlenmişti. 12 Mart 1971 muhtırasıyla birlikte yapılan anayasa değişikliğinde ‘MGK, Milli Güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna tavsiye eder’ şeklinde yeniden düzenlenmiştir. 1982’de MGK’nın etkinliği ve faaliyet alanı daha da genişletildi. Milli Güvenlik Kurulu, verdiği muhtıralar ve yaptığı açıklamalarla yıllarca atanmış askerlerin, seçilmiş siyasi sivil iktidarı denetleyen bir kurum olarak göründü.
Askeri Yargıtay: 27 Mayıs cuntasının 1961 Anayasasıyla birlikte kurduğu Askeri Yargıtay, askerlerin işledikleri suçlardan dolayı genel mahkemelerde yargılanmasının önüne geçti. 1982 Anayasasıyla birlikte bu mahkeme aynen muhafaza edilirken, yanına ‘Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ eklendi.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK): 1961 Anayasasında özerk bir kurum olarak hazırlanmış, daha sonra 1982 Anayasasında üst kurul olarak düzenlenen RTÜK’le televizyon ve radyo üzerindeki denetim sağlanmak istenmişti.
OYAK: Darbeyi gerçekleştirenler, siyasal ve hukuki zeminde elde ettikleri bir takım ayrıcalıkların yanı sıra, ekonomik olarak da çeşitli imtiyaz arayışları içinde oldular. Bu amaca hizmet etmek için Ordu Yardımlaşma Kurumu‘nu (OYAK) kurdular. Takriben 80.000 subayın iştirakiyle oluşan OYAK, kısa sürede önemli bir sermaye birikimine ulaştı. Bol kazançlı bazı alanlara yatırımlar yaparak, 10 yıl gibi kısa bir sürede Tukaş ve 3 milyon dolarlık bir çimento fabrikasının sahibi konumuna geldi. 1970 verilerine göre, kurumun yatırımları 502 milyon lira iken, 1972‘de bu rakam yaklaşık olarak 300 milyon dolara erişti.