İki fotoğrafın bana düşündürdükleri bunlar oldu. Siz ne düşündünüz?
İki fotoğraf duruyor masamda.
Biri 1960'ların ortasında çekilmiş.
2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü muhtemelen bir kongrede sahneye doğru ağır adımlarla yürüyor.
Artık beklentisi her neyse yerinden fırlayan bir fanı ayaklarına kapanmış, kundurasını öpüyor ki şapır şupur.
Paşa hazretlerinin yüzünde ise herhangi bir yadırgama, bir mahcubiyet ifadesi yok.
Öyle ya, gayet normal.
Yıllarca kunduralarını öpenler kervanına bir fani daha katılmış katılmamış, ne fark eder ki?
Bu arada galiba sağdaki koruması, sadece o birazcık rahatsız olmuş olmalı ki, adamı ellerinden tutup kaldırmaya davranmış. Korumanın derdi mahcubiyet filan değil besbelli, Paşa ayağını adamın dudağından kurtarıp da sahneye yürüyemiyor, zoruna giden o.
Milletin on yıllarca “Geldi İsmet, kesildi kısmet” diye diline pelesenk ettiği bir tekerlemenin kahramanı olan Paşamız ayağını nasıl kurtardı, bilmiyoruz.
Bildiğimiz, 27 Mayıs darbesinden sonra bu kez silah zoruyla Başbakanlığa getirildiği ve ölene kadar da bu millete “Sizi ben kurtardım, bana ebediyyen borçlusunuz” demekten bıkmadığıdır.
İnönü öldüğünde Bursa'da Çelebi Mehmet Ortaokulu'nda öğrenciydim. Okulca tören yapmış, bize yas tutturmuşlardı!
CHP hala milletin başının üzerinde, İnönü'nün 50 yıl boyu sallandırdığı “Sizi ben kurtardım, bana ebediyyen borçlusunuz” kılıcını elinden bırakmama uğraşında. Gerektiğinde kılıcı aba altından veya açıktan gösterdiğini bilecek kadar yaşadık.
Halka ayak öptürenlerin ipi inşaallah 16 Nisan'da çekilecek ve millet bağımsızlığını engelleyen bağlardan bir kaçından daha kurtulacak.
Bu nasıl sağlam bir zincirmiş ki, kopar kopar bitmiyor mübarek.
Bilelim ki, bütün zincirlerin altında da bizzat, resimde ayağını öptürdüğünden gayet memnun olduğunu gördüğümüz İnönü'nün imzası okunuyor.
Cumhuriyetin fabrika ayarlarının değişeceği o günü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Masamda duran ikinci fotoğrafa takılıyor bu sırada gözlerim.
Renkli fotoğrafta akallı bir genç, kendisinden yaş itibariyle de makam itibariyle de büyük, devletin başı olan Recep Tayyip Erdoğan'ı ayağından değil, alnından öpüyor.
Erdoğan'ın yüzünde de herhangi bir yadırgama, bir mahcubiyet, 'nerden çıktı bu adam' ifadesi yok.
Çünkü şehit anneleri başta olmak üzere alnından çok öpüldü.
Çünkü o halktan biri.
Seçilmeden milletin tepesine bağdaş kurup 50 sene onunla kedinin fareyle oynadığı oynayanlardan farkı, bugüne kadar girdiği –belediye başkanlığı dahil- bütün seçimleri kazanmış olması.
Yani gücünü mekteplerde zorla ezberletilen Kemalist mitolojiden, Silahlı Kuvvetler'den, şu veya bu odaktan değil, doğrudan halktan alıyor.
Hem biliyoruz ki, alnından öpmek bizde büyüklerin küçüklere takdirini ifade eder. .
Lakin burada ilişki tersine kurulmuş gibi: Takdir eden sıradan biri, takdir edilen ise devletin başı.
Üstelik fotoğrafta TC Cumhurbaşkanı'nı alnından öperken görülen adam, son İdlib sarin gazı saldırısında ikiz çocuklarını şehid veren acılı bir Suriyeli baba.
Yani öpen bir Türk vatandaşı dahi değil. Ümmet-i Muhammed'den bir ferd.
İkiz evladını kaybetmenin derin acısını o sakin alında dindiriyor besbelli.
Mesaj gayet net: O sadece bizim Cumhurbaşkanımız değil, mazlumların da koruyucu ve kollayıcısı.
Sonra düşündüm masamdaki bu iki fotoğraf üzerinde.
İçimi çekip 'Nereden nereye, değil mi?' dedim kendi kendime.
Biri 'halk' ile herhangi bir alakası olmadığı halde halkçı geçinir, sonra da partisinin adını halka hiç mi hiç tahammül edemediği halde Halk Partisi koyar, ardından aynı halka ayakkabısını layık görür.
Öbürü halktan biri olarak çıkar, bir siyasi mücadele sonunda, kurallarını yine sözde Halkçıların koyduğu meşru bir mücadelede engellemelere rağmen başarıya ulaşır ve aynı makama çıkar ama halka ayağını değil, alnını öptürür.
İşte Cumhuriyetimizin son 50 yıllık değişiminin özü, özeti bu iki fotoğraftır.
Bu fotoğraflara dikkatle ve rikkatle bakalım ve bugün ulaştığımız noktayı onların ışığında değerlendirelim.
Görelim ki, Cumhuriyet ancak şimdi 'cumhuru' ile buluşmaktadır.
Tarihin gidişi buna doğrudur ve zaten bu noktaya vasıl olmamamız içindi bütün dümenler, darbeler, muhtıralar, anayasaların başına konulan 'değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler', MGK'lar, Anayasa Mahkemeleri, şunlar bunlar…
Hem Meclisinizde “egemenlik kayıtsız, şartsız milletin” yazısı asılı olacak, hem de anayasınızda değiştrilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler yer alacak.
Pekala biliyoruz ki, egemenlik kayıtlı ve şartlıdır Türkiye'de. Onun asıl sahibine iadesinin eşiğindeyiz.
İnönü'ye “millet düşmanı” deyince birileri köpürüyor. Yahu bunu ben söylemiyorum ki. Hem kendisi itiraf ediyor, hem de en yakınları. Buyurun, İnönü'nün millet düşmanı olduğunun belgeleri:
“Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım: İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır.
” (Ulus, 17 Mayıs 1968)
“Ulusal egemenlik, kamuoyu sözleri bir takım süslü kelimelerden ibarettir. Böyle bir şey yoktur.
” (Kılıç Ali'nin Anıları, İş Bankası: 2010, s. 533)
“İsmet Paşa (mühendis olduğumu öğrenince) kulağına doğru eğilecek ve hiçbir zaman aklımdan çıkmayacak şu sözleri fısıldayacaktı: “Aman çok yol yapma evladım. Çok yol yaparsan Anadolu akın akın buralara gelir.” (Jak Kamhi, Gördüklerim, Yaşadıklarım, 2013, s. 35)
Bilelim ki, “milleti düşman” gören, başına yemlik bağladığı azınlıkla ülkeyi yönetmeyi marifet sayan ve “aman yol yapma, yoksa karnını kaşıyan adamlar şehre doluşur” diyen birinin dizayn ettiği Cumhuriyetin fabrika ayarlarını değiştirmeden bu millete rahat yoktur.
Necip Fazıl'ın deyimiyle kendisi fare olduğu halde kedi taklidi yapıp milletle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayan zihniyeti tasfiye etmeden rahat yüzü görmemiz de mümkün değildir.
İki fotoğrafın bana düşündürdükleri bunlar oldu. Siz ne düşündünüz?