|
Karalastik Devrimi...

15 Ekim''de Yeni Şafak Pazar olarak 5. yılımızı doldurup, 6. yaşımızdan gün aldık.

Yıldönümlerinde yazdığım yazılarda genel olarak bir Pazar Eki''nin, özel olarak Yeni Şafak Pazar''ın nasıl bir misyonu olduğunu zaman zaman anlattım, okuyan bilir.

Özetlemek gerekirse Yeni Şafak Pazar, ''Anadolu insanının daha fazla görünür olması''na aracılık ediyor. ''Israrla yok sayanlara'' karşılık ''inatla, ''yanılıyorsunuz'' diyor.

Nasıl mı?

Bir tiyatro sahnesi düşünün.

Bu sahnede oynanan oyunun yazarı da, yönetmeni de, sponsoru da aynı değerlere sahip insanlar. Mesela hepsi de sıradan Anadolu insanı... Ve tabiki oyunun kahramanı da bir Anadolu insanı...

Ama bu tiyatro sahnesinde öyle bir tasarım var ki, oyunun kahramanından eser yok.

Sahnenin tasarımcıları, sahnedeki Anadolu insanını, yani gerçek kahramanı gizlemek için tüm hünerlerini sergilemiş. Sebebi ise şu: Sahne tasarımcılarının Anadolu''yla bir bağları yok. Bu yüzden oyunun başrolündeki Anadolu insanını hazmedemiyorlar. Ve kahramanı yok saymayı başarıyorlar.

Bu oyunu izleyenler ise, sahnelenen gösterinin, izlediklerinden ibaret olduğunu zannediyor.

Hatta bu oyunun sponsoru olan, tiyatrocuların parasını ödeyen patron bile böyle zannediyor.

Aynı patron, salonu dolduran üç-beş izleyiciden de memnun.

Çünkü bir oyuna ancak bu kadar izleyici geleceğini sanıyor.

Bilmiyor ki, oyunun reklamını yapanlar da aslında sahne tasarımcısının dostları...

Hatta çağırılan izleyiciler de o reklamcının ve sahne tasarımcısının akrabaları...

...

İşte gerçek kahramanı gizlemek üzere kurgulanmış bu oyunun sahnelendiği salona bir şekilde girmeyi başaran ve izleyiciler arasında olan Yeni Şafak Pazar, parmağını uzatıp sahnedeki gerçek kahramanları işaret ediyor. Bu oynanmakta oyunun gerçek kahramanı ''Anadolu insanıdır'' diyor.

Yeni Şafak Pazar''ın bu oyun bozan tavrı, elbette bu tezgahtan ekmek yiyenleri rahatsız ediyor.

Ama ellerindeki imkanları hemen kaybetmemek için, tahammülsüzlerini, rahatsızlıklarını açık olarak dile getiremiyorlar. İma yoluyla ya da bir sonraki oyunda salona sokmamaya çalışarak gösteriyorlar hazımsızlıklarını...

Ne zaman ki sahne tasarımcılarından, reklamcılardan biri Yeni Şafak Pazar''ın oyunun gerçek kahramanını ortaya çıkarmasına engel olmak için sesini yükseltiyor, ne zamanki nefretini, hazımsızlığını yanlışlıkla ağzından kaçırıyor, işte o zaman açığa çıkıyor tahammülsüzlük.

O zaman patronun da, izleyiciler arasındaki tek tük gerçek izleyicinin de jetonu düşüyor.

Yani Yeni Şafak Pazar, senelerdir bildik sahnelerle, bildik izleyicilerle ve başrolde olmadıkları halde başrol oyunculuğuna soyunan sahte kahramanlarla sürüp giden bu oyunu bozuyor.

Yeni Şafak Pazar sayesinde gerçek ortaya çıkıyor.

...

Türkiye bir tiyatro sahnesi...

Bu sahnede ekonomi, siyaset, spor, ticaret, kültür-sanat gibi farklı isimlerde oyunlar oynanıyor.

Bu oyunların bir kısmının sponsoru devlet, bir kısmının sponsoru özel sektör...

Oyunların başrolünde ise Anadolu insanı, yani bu ülkenin halkı var. Daha doğrusu olması gerekiyor.

Oysa yaklaşık 80 senedir o halk, olması gereken rolde oynatılmıyor. Sahnede hep arkada bir yerlerde görünüyor. Hatta kimi zaman kulisi temizlemekle bile görevlendiriliyor.

Sahnede boy gösterenler ise körler sağırlar birbirini ağırlar kabilinden küçük bir azınlığın temsilcileri...

Yani onlarca yıldır ülkenin kaymağını yiyen 3 bin aile ve bu üç bin ailenin çevresindeki asalaklar...

Bu oyunun sahnelendiği salonu dolduranlar ise senaryoda kıytırık rolleri olmasına rağmen, başrol oyuncusu gibi sahnede gezinen 3 bin ailenin dalkavukları ya da onların artıklarıyla artıklarla beslenenler...

Yeni Şafak Pazar işte bu çarka çomak sokuyor.

...

Biraz daha açık izah edeyim...

Otomobil sektöründe bir yatırımcı çıkıyor ve bir markayı sahneye koyuyor.

Bu markanın gerçek izleyicisiyle buluşması için, yani 70 milyonluk Türkiye''deki tüketiciye ulaşması için

bir sahne tasarımı yaptırıyor. Yani markasını sahneye koyması için insanlar tayin ediyor.

Görevleri markayı tüketiciyle buluşturmak olan ve adına iletişimci \ marka müdürü \ reklam satın alma uzmanı denilen bu kişiler, patronun verdiği parayla kendi dünya görüşlerini tatmin etmenin derdine düşüyor. Yani bir nevi başkasının parasıyla zevk-ü sefa sürüyor.

Bu işgüzar iletişimciler ya da marka müdürleri, sahneye kendi yakınları olan oyuncuları çıkardıkları yetmezmiş gibi, izlemeye de kendi akrabalarını çağırıyorlar yani kendi dünya görünüşüne uygun insanlara hitap eden bir sahne tasarımı, bir imaj çalışması yapıyor, ona göre reklam satın alması yapıyorlar. Dolayısıyla o markayı satın alan tüketiciler de yine bu sahne tasarımcılarının yani iletişimcilerin dünyasından insanlar oluyor.

Kimi zaman bu durumdan patronların haberi olmuyor, hatta ruhları bile duymuyor. Yaptıkları açıklamada samimi olduklarını varsayarsak, Borusan örneğinde olduğu gibi...

Kimi patronlar ise iletişim işlerinden bi haber oldukları için kendilerini bu sözde iletişimcilere teslim ediyor, ''öyle diyorsanız vardır bir bildiğiniz'' deyip geri çekiliyorlar.

Halbuki, bilmiyorlar ki asıl izleyiciler, yani gerçek tüketici kitlesi dışarda. Daha kuşatıcı bir reklam ve marka çalışması yapılsa, belki de daha fazla mal satabilecekler.

(Gidin iletişim profesörlerine, sektörün duayenlerine sorun, özellikle yabancı markaların halktan kopuk, kendi değerlerine güvenmeyen, batı hayranı, kompleksli reklamcılar yüzünden senelerce nasıl yanlış konumlandırıldığını tek tek anlatsınlar size)

Yeni Şafak Pazar''da otomobil sayfası hazırlayan Merve Sena Kılıç, işte yukarıda anlattığım çarkın işleyişini bozdu.

Merve Sena''yı, hem de otomobil gibi bir alanda karşılarında gören İletişimcilerin, reklamcıların eli ayağına dolaştı. Sadece onların mı? Çevrelerindeki yiyicilerin, onların artıklarıyla beslenenlerin de...

Otomobil sayfası yaptırmaya başladığım zaman Merve Sena, tamamen önyargısız hareket ederek tüm otomobil markalarıyla irtibata geçti.

İki yıl boyunca birçok marka ile çalıştık. Basın bültenlerini paylaştılar. Yayınladık. Test aracı verdiler, test edip tanıttık. Kimileri basın toplantılarına davet ettiler. Gittik. İftar yemeklerinde bulunduk.

Ancak Borusan Otomotiv''in de aralarında olduğu kimi firmalar Merve Sena''yı adeta yok saydı.

Ne Merve Sena''nın ''ilgi çekebilir, test aracı isteyelim'' düşüncesiyle gönderdiği elektronik postalara cevap verdiler, ne de basın davetinde bulundular. Böylesine nezaket yoksunu bir iletişimci olmayı maharet saydılar.

Hatta içlerinde test aracını şoförle yollayıp, Merve Sena''yı ve foto muhabirimizi araca bindirip, iki kilometre gidip geldikten sonra ''Tamam, merkezden bu kadar izin verdiler'' diyen, Merve Sena ile birlikte aracın fotoğrafının çektirmeyerek terbiyesizlik yapanlar da oldu.

Ve eğer bugünden sonra bu tavırlar devam ederse hepsini de tek tek açıklayacağım.

Dediğim gibi bu uygulamalardan belki birçok otomotiv markasının başındaki isimlerin haberi bile olmadı. Çünkü patron parasıyla ego tatmini yaşayan işgüzar iletişimcilerin ve reklamcıların maharetiydi bunlar.

Sadece onların da değil. Bu işte ''filanca kişiyi çağırırsanız biz toplantınıza gelmeyiz'' deme cüretini gösterdikleri iddia edilen (iletişimci dostlarım, bunu öylesine kesin dille aktardı ki, yine de iddia olarak geçiştiriyorum) sözde sektör editörlerinin de payı vardı.

Borusan olayı, 2 yıldır uygulanan ikiyüzlülüğün, ayrımcı tavırları sergileyenlerin tahammülsüzlüklerinin ve hazımsızlıklarının artık gizlenemez boyutlara ulaştığını gösterdi bize.

Elbette bunda Merve Sena''nın 2 aydır artık ekran önünde olmasının da etkisi var.

Bu hazımsızlığı görmeniz için otomobil editörlüğü yapan ve sektördeki kimi isimlerin Borusan meselesinden sonra Twitter''daki paylaşımlarını tek tek okumanızı öneriyorum.

O twitlerin altında yatan psikolojiyi öylesine güzel okuyabiliyorsunuz ki...

Benim iletişim sektöründe seminer verecek kadar söz sahibi olduğumu hemen herkes bilir.

Bu tecrübeyle, hatta iletişimci olmayanların bile kolayca fikir yürütebileceği bir şeyi, ''Borusan''ın yerine Burcu''ya sponsor olacak markanın 1\1000 kazanacağını'' Twitter''de paylaştım diye Borusan haberini reklam bulma amacıyla yaptığımızı ima edecek kadar terbiyesizleşenler oldu.

Bırakın bir gazeteciyi, sıradan bir insanın bile Borusan meselesinde yapılan aymazlığa bir insan olarak tepki göstermesi gerekirken (ki, Borusan''ın ayrımcılığını kınayanlar arasında ''Sizin dünya görüşünüzden çok uzağım. Ama size yapılan bu ayrımcılığı şiddetle kınıyorum'' diyen Ermeni kökenli vatandaşlar bile vardı) Merve Sena ile aynı sektörde olan gazetecilerin bırakın desteği, işi iftiraya kadar vardırmaları gerçekten acınacak bir durum oldu.

Benim kanımı donduran asıl şey ise yine otomobil editörü olduğunu iddia eden bir oğlanın Twitter''da başına eşarp bağlayıp o fotoğrafı servis etmesi ve gariban Anadolu insanının giydiği karalastiğin fotoğrafını yayınlayarak güya dindar insanlara köylü yakıştırması yapmasıydı.

O karalastik fotoğrafı aslında bu insanların psikolojisini de açıkca ortaya koyuyordu.

Yani aslında karşı oldukları şey, Merve Sena''nın başörtüsü değildi...

Korktukları Anadolu insanının gelip ellerindeki pastayı bölüşmesiydi..

Netice olarak Borusan, bu olayda gerçekten mağdur oldu. Daha doğrusu kabak Borusan''ın başına patladı. Borusan tarafından yapılan ''Ayrım yapmak haddimiz değil'' açıklamasındaki samimiyete inanmak istiyorum. Aynı açıklamada sadece 2 aydır program yapan Merve''ye 8 ayda 5 araç verdiklerini iddia etmeleri, sponsorluk anlaşması zaten yoktu demeleri ise tam bir kabustu ve benim yukarıdaki Borusan ve diğerlerinin iletişimcileriyle ilgili yaptığım tespitleri haklı çıkaran unsurlardı.

Ancak benim hala anlayamadığım nokta şu:

Burcu''ya ''başörtüsü imajımızı bozuyor'' diyen, Yeni Şafak''a aynı şekilde açıklama yapan Marka Müdürü Hakan Bayülgen, Twitter''da incittiği değerlerin kendisi tarafından da benimsenen değerler olduğunu anlatmaya çalıştı. Peki o zaman Bayülgen''e dini değerlerle savaşma ihalesini kim yıktı?

Bu arada kimilerinin iddia ettiği gibi ortada bir linç kampanyası filan yok.

Borusan''ı mağdur eden asıl sebebin yukarıda anlattığım ''yalakalık'' kokan Twitler olduğunu hatırlatmakta fayda var. İnsanları attıkları twitlerle kışkırtanlar, kraldan çok kralcı kesilenler, Borusan''ı kendi ego tatminleri uğruna kriz sürecinde de dipsiz kuyuya itmeye devam ettiler ve ediyorlar.

Sonuç olarak Borusan''ın başına gelenden Anadolu insanına saygı göstermeyen herkesin ders çıkarmayı gerekiyor.

Merve Sena Kılıç, bir turnosol kağıdıydı.

Ve küçük bir kız çocuğu, tek başına, hemen heralanda karşımıza çıkan ikiyüzlülüğü ortaya çıkardı.

Bundan sonra benzer bir tavra yeltenecek olanlar, ya erkek gibi çıkıp, ''Bizim tavrımız budur'' desin, biz de ağız tadıyla artık o arabaya binmeyelim.

Ya da Yeni Türkiye''yi ve Karalastik Devrimi''ni artık hazmedin.

Emin olun, o karalastikler sizi de mutlu edecek...

Vatandaştan gazeteci olur mu? -2

Önceki hafta yazdığım vatandaş gazeteciliği meselesine aynı hafta katıldığım bir panelle devam edeyim.

İstanbul Ticaret Odası İletişim Komitesi ''Habercilik ve Ahlak'' temalı bir zümre toplantısı düzenledi.

İTO''daki programda A Haber''den Erdoğan Aktaş, Star''dan Mehmet Ocaktan, Anadolu Ajansı''ndan Kemal Öztürk ve Prof. Dr. Atilla Girgin konuşmacı idi. Güzel anılar anlatıldı. Eski dostları gördük. Selamlaştık ve evlerimize gittik. Hepsi bu.

Düşündüm de, İletişim Fakültesi''ne girdiğim günden başlayarak bugüne kadar bir vesile ile katıldığım ''medya ve ahlak'', ''medya ve etik'' konulu sayısız toplantıya katıldım.

Elde ne var diye soracak olursanız, kocaman bir hiç derim. Elbette güzel temenniler, hoş hayaller konuşuyoruz. Ama hepsi bu. Koca koca toplantılar, boş bir meşgalenin ötesine geçemiyor.

Eğitim konusunda aç gözlü biri olduğum için nerede gazetecilik ve medya üzerine bir seminer, panel, ya da bir eğitim programı varsa kaçırmıyorum. Bu programların birçoğunda Marmara İletişim''in değerli hocası, aynı zamanda Anadolu Ajansı''nın eski yöneticilerinden olan değerli Prof. Dr. Atilla Girgin''le karşılaşıyorum. Atilla Hocam da sağolsun, bu alanda hem teorisyen hem pratisyen nadir isimlerden olduğu için bıkmadan usanmadan bu mesleğe çeki düzen verme adına elinden geleni yapmaya çalışıyor.

İTO''daki programda da eline aldı seneler önce yazdığı “Gazeteciliğin Temel İlkeleri” kitabını, bir başından, bir sonundan iki paragraf okuyup meseleyi özetledi.

Aslında Atilla Hoca kitabı açıp okuyarak başka bir mesaj da verdi, ama anlayan beri gelsin.

Anlamayana ben söyleyim, Atilla Hoca, diyor ki “Ya hu, bu katıldığım kaçıncı panel. Aynı şeyleri söyleyip duruyoruz. Bu kadar toplantı yapacağınıza açın benim kitabımı, gazeteciliğin nasıl kurtulacağını öğrenin”

İTO İletişim Komitesi''nin başında sektörün kıdemli isimlerinden İsrail Kuralay var. Kendisi ve komitedeki herkesin güzel niyetleri olduğu aşikar. Belli ki, ''medyanın etik problemi konusunda da bir şeyler yapalım'' derdi taşıyorlar. Ama iş, panellerin sempozyumların ötesine geçmeyince orada kalıyor.

Çünkü ''habercilik ve ahlak'' konusunda söylenmedik bir şey kalmadı. Herkes çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun sebeplerini de iyi biliyor, sonuçlarını da...

Size basit iki örnek vereyim. Birinci örnek şike...

Bu ülkede kaç gazeteci var? Sadece Sarı Basın Kartı sahibi olanları sayacak olursak, 11 bin 500. Bir o kadar da basın kartı alamamış ya da ihtiyaç duymamış gazeteci var.

Bu ülkede futbolla ilgilenen kaç milyon insan yaşıyor?

Yaklaşık 30-40 milyon.

Peki, son şike operasyonuna kadar Türkiye''de şikenin var olduğunu kaç kişi biliyor ya da hissediyordu?

Yaklaşık 40 milyon.

Türkiye, geçen sezon tam 14 maçta şike yapıldığını kimden öğrendi?

Polisten...

İkinci örnek AGB, yani rayting meselesi...

Şikede olduğu gibi rayting konusunda bir üç kağıtın döndüğünü sektörün içinde olup da bilmeyen var mıydı?

Peki, kamuoyu rayting ölçümlerinde dönen dolapları kimden öğrendi?

Polis''ten.

Sokağa çıkın, halka biraz kulak verin, yukarıdaki örneklerin sayısını çoğaltmanız çıkarmanız işten bile değil.

Hepimiz kimin kirli olduğunu, kimin ne haltlar karıştırdığını, kimin hangi haberi niçin görmezden geldiğini çok iyi biliyoruz!

Ama bildiklerimizi konuşmak, yazmak nedense pek işimize gelmiyor.

Şimdi yeniden soralım: Bu ülkede kaç gazeteci var? Ve yeniden cevap verelim: Eğer şikeyi, AGB''nin iç yüzünü vatandaş gazetecinin sayesinde değil de Polisin sayesinde öğreniyorsa, kimse kusura bakmasın, bu ülkede bir tane bile gazeteci yok demektir!

Geçen hafta vatandaş gazeteciliğini konuşacağız demiştik. Buyrun size vatandaş gazeteciliğine neden ihtiyaç duyduğumuzun cevabı...

Sevgili meslektaşlarım, size başka bir acı gerçeği daha haber vereyim... Gazeteciliği, geçiminizi sağladığınız bir meslek olarak, gazeteleri de sadece kendi kliklerinizin, çıkarlarınızın, grubunuzun yayın organı gibi görmeye devam ederseniz, çok yakın bir tarihte vatandaş gazeteciler hepinizin pabucunu dama atacak. İnanmayan, kendisine Borusan meselesi, twitter öncesi çağda olsaydı sonuç ne olurdu? diye sorsun ve cevaplasın...

12 yıl önce
Karalastik Devrimi...
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi