|
Şehir benim değil mi?

Ankara’ya baktım yüksek bir tepeden, ürktüm. Yan yana dizilmiş binlerce kibrit kutusu gibi binalar, irili ufaklı. Sistemli bir yapılaşma yok, yeşil yok, mimaride nispet yok, ahenk yok, şehirde bir ruh yok, var olanın da insana bir şey söyleyecek mecali yok, fecaat! Çok değil on yıl öncesine kadar bağ bahçe olan yerlerde ara ki yeşil bulasın şimdi. Bu kadar binayı kim yapar, kim alır, kim oturur içinde, bunca insan nereden gelir, bu iş nereye varır, nerede durur?

Bana ne diyeceğim, diyemiyorum. Ankara’da yaşamıyorum nihayetinde. Bu işleri böylece yaparken bana hiç kimse hiçbir şey sormadı. Şehrin bu hale gelmesinde bir sorumluluk payım yok. Düzeltilmesi için bir irade ortaya koyabilecek makamda değilim. Kaldı ki bu işi halledebilecek makam sahiplerinin de geri dönüp şehri kurtarmasına imkan yok. Ülke yönetilirken yapılan hatalardan rücu etmek pekâlâ mümkün. Yasalar değişir, uygulamalar dönüşür, kararlar geri alınır ama şehir ve mimari söz konusu olunca hatayı geri almak, başa sarmak, yeniden ve doğrusuyla yapmak mümkün olamıyor maalesef.

Halledemeyeceğim, üstüme vazife olmayan meseleleri dert etmemeyi çok talim ettim kendimce. Üzülüyorsun üzüldüğün yanına kâr kalıyor, gelmiyor elinden hiçbir şey. Boş ver diyorsun kendine; görme, duyma, geç git, herkes gibi ol. Bu çağ da böyle demek ki diyorsun. Ama elinde değil! Sana onu gören gözü veren, onu dert edecek kalbi de, ona takılıp kalacak kafayı da vermiş, nasıl görmeyeceksin?

Halledemeyeceği meselelere kafayı takmak insanın sırtında bir lanet gibi! Ne yapsan kurtulamıyorsun. Bazı sevdiğim büyüklerimin en büyük meşgalenin içindeyken, en yorgun hallerinde bile şehre ve insana dair bir meseleyi dert ederek kahırlandıklarını görünce bir parça barışmaya başladım sevgili lanetimle. Kötü bir şey olsaydı onlarda olmazdı zira; onlarda varsa belki de bu iyi bir şeydi. Bu ilk bakışta bir lanet, bir ceza gibi duran hal; tanımaya, dizginlemeye, sınırlarını çizebilmeye başladıkça bir mükafata dönüşüyor sanırım. Gördüğü ve düzeltme imkanı olmayan yanlışları kafaya takmak insanın konforunu sarsıyor biraz, uykularını kaçırıyor ama o insanın kalbini kirlenmekten de alıkoyuyor aynı zamanda. Bizim şehrimizin böyle olmaması gerektiğini fark ettiğin an; kalbinde bir yerlerde bize ait şehir mimarisini muhafaza etmeye ve yaşatmaya devam ediyorsun. Kalbine gökdelen dikemiyorlar, oranın bulutlarına ve göğüne müdahale edemiyorlar, o trafik senin içinden öyle saçma ve gürültülü akıp gidemiyor. Bu da bir nimet! Her nimet gibi bedeli var, varsın olsun.

Her gün Ataşehir finans merkezinin yakınından geçiyorum işe gelirken, bildiğin kâbus! Bulutlara kafa tutan gökdelenlerin her biri sanki semtin bağrına saplanmış bir hançer. O binaların içinde olma düşüncesi bile insanın nefesini kesmeye, kalbini daraltmaya yetiyor. Gökdelenin her katına kış bahçesi hesabına bir terasımsı yaptığınız vakit daha yaşanır hale gelmiyor maalesef. Ve Selçuklu mimarisinden esinle çizdiğiniz vakit bizden bir şey olmuyor adı batası gökdelenler.

İhtiyaçtır kabul ederim, lazımdır anlarım. Onaylamadığım nice şeyler var ki onaylamadığım halde anlamaya çalışıyorum bunu da anlarım. Fakat şunu da sormadan edemiyorum: Şehirlerimizin dışında bu zevksizlik abideleri için bir alan belirlenseydi daha iyi olmaz mıydı? Şehrin ihtiyacını şehre tecavüz etmeden göremez miydik? Olan oldu deyip geçemiyorum; olabilecekler olmasın diye bir şeyler yapmalıyız!

Kim ne yapar bilmem ama bendeniz bazı geceler, başımı yastığa koyup boşaltıyorum tüm İstanbul’u bir on seneliğine. İnsanları şehrin dışına bir yerlere taşıyorum. Yıkıyorum kadim İstanbul’dan kalan güzelliklerin ve hatıraların dışında her ne varsa. Başlıyorum şehri sil baştan inşa etmeye. İstiğnâ ve iktifâ içre ama, tabiata en az müdahale ile ve nispet hukukunu sonuna dek gözeterek. Bizim tasavvurumuzun, çağın dayatmalarına asi ama El-Musavvir’e mûtî şehrini dilimde ‘bedî-us’semâvâti ve’l arz’ virdi ile inşa ediyorum hayalimde. Geçip bir köşeden seyrediyorum hayran hayran.

Şehir ahalisi dayanıyor kapılarına İstanbul’un, evlerimiz bittiyse bizi al içeri diyerek. Olmaz diyorum onlara, daha değil. Şehirli olmanın talimini, bizim şehrimizin insanı olmanın temrinini yapacak müesseseler kuruyorum dört bir yana. Oradan icazet alamayan bu şehre bir daha giremez diyorum. Neden diyorlar, ama diyorlar, olmaz diyorlar toplanıp. Kararım kat’î, dönmüyorum asla, ne derlerse desinler! Biliyorum ki bir alışveriş var insanla şehir arasında. İnsan şehri imar ettiğini zannediyor ama şehirler de insanların ruhlarını inşâ ediyor. İstanbul’umun kendisini ihya edeceği kıvama gelemeyen insanların ne yapıp edip İstanbul’u tekrar imha edeceğini biliyorum, inat bu, şehir benim değil mi, diploma alamayanı ben de şehre almıyorum.

#Şehir
#Ankara
#İstanbul
1 yıl önce
Şehir benim değil mi?
Kör, düğüm, kördüğüm
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?