
''Her arayan bulamaz'' demişti, büyük düşünür Nietzsche; -tıpkı İbn Arabî, tıpkı Gazâlî, tıpkı Bediüzzaman gibi-.
Ne demek istemişti acaba, insanlığın vicdanı bu büyük put kırıcı?
Bu sorunun izini şöyle bir soruyla sürebiliriz: Peki, ''bulanlar, arayanlar'' mıdır? Bu soruya, bir çırpıda ''evet'' ya da ''hayır'' diye cevap vermek, pek o kadar kolay değil; kolaycılık olur bu.
Bunun en sarsıcı göstergesi, bizatihî Nietzsche''nin kendi ''arayış serüveni'': Nietzsche, ''aradı''; üstelik de insanlığın varoluş yükünü omuzlarında hissederek aradı: Belli başlı bütün insanlık tecrübelerini adım adım taradı ama ''bulamadı''.
Nietzsche, tek şeyi ''bulmuştu'': Bulamayacağını bulmak olmuştu bu. Galiba o yüzden, ''her arayan bulamaz'' demişti üstad.
O hâlde soru şu: Peki, Nietzsche, ''bulamayacağını bulma''nın ötesinde niçin başka bir yere gidememişti? Gidememişti; zira Nietzsche, ''bulunduğu yer''i terk edememişti.
''Bulunduğu yer'', neresiydi Nietzsche''nin? Grek tecrübesinin ve Yahudiliğin temellerini attığı Batı uygarlığı''ydı.
Batı uygarlığı, iki sütun üzerinde/n yükselmişti: Greklerin diktiği estetik sütunu''yla, Yahudiliğin bina ettiği etik sütunu.
Nietzsche''nin trajedisi şuydu: Nietzsche, bir yandan, Socrates-sonrası Grekleri, aklı merkeze yerleştirdikleri için yerden yere vuruyordu; ama öte yandan da, geç dönem Grek düşüncesinin de anakaynağını oluşturan Socrates-öncesi dönemin, -özellikle de trajedi formunda şekillenen estetiğin - dünyasında/n bir ''çıkış yolu'' bulunabileceğini umuyordu.
O yüzden, modernliğe ilişkin muazzam bir eleştiri geliştiren Nietzsche, modernliğin, akıl-merkezci aşırılıklarının ve felâketlerinin üstesinden sadece ''estetik''le gelinebileceğine hükmetmiş ve ''ahlâkımız, felsefemiz, dekadansın / ''çözülme''nin türlü görünümlerine dönüştü: Karşı-devrim, sanattır'' demişti!
Nietzsche''nin, önümüzü açacak esaslı bir ''şey'' bulamamasının nedeni, ''bulunduğu yer''i, kıyasıya eleştirmesine rağmen terk edemediğini fark edememesiydi.
Oysa Nietzsche''nin göremediği şey şuydu: Erken dönem Greklerinin estetik''i de, geç dönem Greklerinin akıl''ı da, esas itibariyle, ''insan-merkezci'', insanı tanrılaştıran pagan bir ''dünya'' algısının iki farklı yansıması''ydı.
O yüzden, Nietzsche, modernliğin, yaşadığı felsefî tıkanmadan çıkış yolunu, farklı dünyalara, farklı bakış açılarına açılmak anlamındaki ''nihilizm''de (perspektivalizm''de) aradı ama ardından da, hem ''nihilizm, insanlığı, önümüzdeki iki yüzyıl içinde büyük bir felâketin eşiğine sürükleyebilir,'' dedi; hem de, ''[Dünyaya] söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söylemeyeceğimiz gerçeği.''
Nietzsche''nin izinden giden şakirdi Foucault, Nietzsche''nin trajedisinin nerede gizli olduğunu az çok görmüş ve ''yeni bir şey söylenecekse, bu ancak hâkim paradigmanın dışına çıkmakla mümkün olabilir'' demişti.
Hatta söylediği şeyi bizzat denemişti de: İran devrimi olduğunda, ''ruhsuzlaşan dünyamıza ruh üfleyebilecek yeni bir şey var'' diyerek soluğu Tahran''da almıştı.
Foucault, daha sonraları, İran devriminde aradığını bulamadığını söyleyecek ve hayal kırıklığı yaşadığını itiraf edecekti.
Salt aklın, hâkim / Batılı paradigmayı, aklamakla ve dolayısıyla insanın düşünme ve varoluş serüvenini dondurmakla sonuçlanabileceğini görmüştü Nietzsche; ama çıkış yolunun sanat''ta olduğunu düşünmüştü. Sanatta yani hayal dünyasının sınır tanımayan kanatlarında uçmakta...
İyi de, kanadı kırık bir kuş uçabilir miydi?
Oysa asıl mesele şuydu: Aklın dünyası da, sanatın dünyası da, insan-merkezci, dolayısıyla sadece mülk âleminde varolan dünyalardı. İnsanın kanatlarını kıran, ses perdelerini yırtan, derûnî ses''ini boğan dünyalar...
Eğer Nietzsche, melekût âlemine açılabilseydi, o zaman insan-merkezci, insanı tanrılaştıran ama sonuçta insanı körleştiren, hayatı bitiren, hakikati perdeleyen, bizi bugün geldiğimiz noktada estetize yok oluş biçimlerinin eşiğine iten hız''ın ve haz''ın dünyasına hapsederek düşünme melekelerimizi iptal eden, kısacası insanı, Tanrı''yı, tabiatı hayatımızdan ''silen'' metafizik felâketi görebilirdi.
Bu tefekkür yolculuğunda geldiğimiz nokta şu: Hakikatin izi, ancak ''akleden kalp''le sürülebilir.
''Akleden kalp''ten yoksun bir dünyada, sanat üzerinden açıldığı ''uçsuz bucaksız'' hayal dünyası, insanı, hayaletlerin eşiğine fırlatır sadece.
Hakikatin özü, kalpte gizlidir; akıl''da değil. Akıl, sadece bir âlettir.
Sadece ölçme-biçme''ye (ratio/n) yarayan akıl, hakikati, tecrit eder, izini siler, parçalar; insanı, bütün''den / öz''den koparır, ''araçsal akıl''a dönüşerek yüzey''e, araçların hükümranlığına mahkûm eder bütün varlığı.
Sonuçta, akıl, kendisini yörünge olarak tayin eder, insanın, kalbini durdurur, yörüngesini yitirmesine neden olur. Bu da -20. yüzyılda yaşanan büyük, ürpertici savaşlarda gözlendiği gibi- insanı sadece felâketlerin eşiğine sürükler.
Hakikatte, yörünge tayin edici ''yer'', kalptir: Akıl, melekût âlemine bakan, melekût âleminden mülk âlemi''ne akan bütün ''sesler''e açık ''ses telleri''ne ayarlı kalbe ulaşabildiği zaman, yörüngesine oturur ve insan ancak o zaman ''akleden kalbin''in marifetleriyle bütün dünyalarda varedici, kanatlandırıcı, bütün varlığa ruh üfleyici bir yolculuğa çıkabilir.
Kalple irtibatını yitiren akıl, hem kendi yörüngesini yitirir, hem de insanın hakikatin izini sürme ve düşünme yetilerini bitirir. Kalbin rehberliğinden yoksun bir akıl, düşünemez; insanı, sadece büyük felâketlerin ''çukur''una düşürür.
Sözün özü: Hakikatin izi, ''akleden kalp''te gizlidir ve insanın Arşimet noktası, ''akleden kalbi''dir: ''Akleden kalbi''nin izini süremeyeler ve yitirenler, hakikati, niçin yitirdiklerini de, nasıl bitirdiklerini de, nerede ve nasıl arayabileceklerini de bilemezler...
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.