|
İman ve inanılamayan
Modernist pozitivist bilimselcilik karşısında yaşadığımız zihinsel savrulmaların inançlarımızı ne hale getirdiğine dair sayısız şahitlikler yaşıyoruz her gün. Oysa pozitivist akılcılığın hegemonyasına maruz kalan sadece Müslümanlar değil. Hıristiyanlar da bu tehdide maruzlar ve genellikle onların daha sorgusuz teslim olduklarını sanırız. Bu konuda yakınlarda çevirdiğim ve
Tezkire’nin
71. sayısında yayınlanmış olan ünlü Katolik felsefeci John D. Caputo’nun bir makalesinden bir alıntıyla sizi baş başa bırakmak istiyorum. Yazıdan bir kesitin özetiyle. Bilahare üzerinde konuşuruz:
“O (Phronimos), ihtiyatlı bir insandır ve aptalca şeyler yapmaz. Şanslarının ne olduğunu bilir ve dikkatlice bir riskin alınmaya değer olduğunu düşünerek karar verir. Bu yüzden bir şeye inandığında, onun buna inanmak için iyi nedenlere sahip olduğuna yani oldukça inanılır olduğunu temin edilebiliriz. İnandığı şey güvenilirdir ve onun saflığı garantilidir. Onun düşüncesi inancın en yüksek gerçekleştirimi değil, mutedilliktir, çok fazla şeye çok kolay inanmak veya çok fazla direnişle çok az şeye inanmak değildir.
Zira o bir şeylere ancak garantili ve makul olduğu ölçüde inanır.
Fakat bu bir şeylere ancak onun böyle olduğunu gördüğü ölçüde ve delilin en büyük, gereken fiili inancın da en az olduğu yerde inanması demektir. İnançları mümkün (burada muhtemel veya olası) ilkesi etrafında örgütlendiği için de
o her zaman en az inanç ile en fazla delilin mümkün olmasını gerektiren durumları tercih eder.
İhtimallerin ölçeği kendisine karşı çalıştığında, o inancını bırakacak ve itimadını başka bir yere bırakacaktır.
Dolayısıyla onun kalbini kazanmış olan, inanç değil, delildir,
bu noktada inancın bir çeşit ilave veya onun asıl eylemini desteklemek üzere yetişen bütün delilleri beklerken kullandığı bir protez olduğunu görür.
Doğrusu, bir şeyler azıcık inanılmaz göründüğünde en çok ihtiyaç duyulan şey inanç değil midir?
İnanç ancak bazı şeylere inanmanın imkansız olduğu ölçüde inanç değil midir?
İnanca kesinlikle tuhaflıklar bize karşı olduğunda, herkesin devam etmenin çılgınca bir şey olduğunu düşündüğünde, bazı şeyler inanılmaz görünmeye başladığında ihtiyaç duyarız. İnanç bazı makul veya benzeri durumlarda inanç değildir: ki bu durumlarda mesele bir inanç meselesi değil bir ihtimaller hesabı meselesidir. İnanç ancak inanılmaz durumlarda inançtır. Yani, devam etmek için -sadece gitmeye devam etmek için- inanca ihtiyaç duyduğumuz zaman.

Adaletsiz bir biçimde haksızlık etmekle suçlanmış olan masum birini düşünelim. Başta onun arkadaşları masumiyetine inanırlar ve destek olmak için etrafında dolanırlar, bilhassa ilk zamanlarda, hikayeyi bilmedikleri ve gerçekler onun yanında olduğu zaman. Fakat delillerin med ceziri bu kişinin aleyhine döndüğünde, arkadaşları arasında kendisine en yürekten bağlı olanlar yavaş yavaş yok olur ve izleyicilerinden oluşan kalabalık seyrelmeye başlar. Çünkü onlar, maalesef, mümkün ilkesinin müritleridirler ve imkansız aksiyomundan ürküp kaçarlar. Onlar bir şeylere ancak inanılabilir, yani makul olduklarında inanırlar, bu da bir şeylere inanmanın sadece minimum bir inanç gerektirdiği durumdur….

Fakat bu zavallı kişi bu haksız suçlama altında, bütün dünya tarafından suçlu olarak kınandığı, bütün delillerin aleyhine olduğu bir yerde, gece yarısının en karanlık saatinde, kesinlikle maksimum bir inanç gerektiren bu aşırı noktada arkadaşlara ihtiyaç duyar. Her şeyin kendisini suçlu bir insan olduğunu gösterdiği bir zamanda, inanılmaz göründüğü noktada, bu şahsa inanmaya devam etmek, işte bu imandır, bir insanın bir arkadaşına olan imanının nihai gerçekleştirimidir,
imkansızın ateşinde denenmiş ve sınanmış bir iman. Diğerleri sadece mutlu veya iyi zamanlar arkadaşlıklarıdır,
ilk sıkıntıda kapıya yönelen mütereddit sıkı arkadaş desteği.
İman bir şeylerin inanılabilir olduğu sürece kendilerine inanmaya indirgenmez, aksine inanılmaz hale gelen şeylere, inanılması imkansız hale geldiğinde inanmaktır.
Ancak imkansız iman çeliğini eritebilir. Bu en uç noktada, bu en karanlık saatte, inanma ve devam etmenin imkansızlığına karşı sebebimiz arttığında, ancak o zaman, inanırız. Bundan önce, biz ancak bir poker oyunundaydık ve ihtimalleri oynuyorduk. Bu noktada tecrübemizin eşiklerinden birine, kendi güçlerimizin ve potansiyellerimizin bir kırılma noktasına ulaştığı bir sınıra veya bir uç duruma ulaşırız ve fark ederiz ki kontrol edemediğimiz, hükmümüzün geçmediği bir alana girmişiz, o zaman Tanrı’ya veya başka herhangi bir şeye inanmaya başlarız, Tanrı ne olduğunu bilir, çünkü bizim elimizde olmayan bir şeydir. Bu, “Tanrı”nın isminin bizim ‘tecrübe’ alanımıza girdiği yollardan biridir.
Tanrı’nın kabul görmesi için, Tanrı’nın isminin sahneye çıkması için, mümkünün duvarlarının yıkılması ve mümkünün uzmanlarının sahneyi terk etmesi gerekiyor.
Çünkü Tanrıya imkansızın tecrübesinde, kendi sınırlarımıza ulaştığımızda ve ne yaptığımızı bilmediğimizi kabul ettiğimiz zaman teslim oluruz.
“Sana inanıyorum, sana itimat ediyorum, ne için suçlandığın veya isterse bütün dünya seni suçlulukla mahkum etse bile yanında duracağım. Şu andan itibaren sonuna kadar inanılmaza inanacağım. Ve seni Allah’a emanet ediyorum. Senin için dua edeceğim ve Allah’tan seni gözetmesini isteyeceğim.
Çünkü Allah için her şey mümkündür, imkansız bile! Bizim için, sınırlı güçlerimiz için, imkansızdır, ama Allah için bu mümkündür.
Çünkü Allah eğriyi doğru yapar, kuzuyu aslanla yatırtır. Tanrı küçükleri korur gözetir ve ağıldaki doksan dokuzu değil dışarıda kaybolmuş garip olanı gözetir.
Tanrının adı bunu, imkansız olsa bile, mümkün kılabilenin adıdır.
Çünkü Tanrı, tüm iyi hediyeleri verendir, özellikle de imkansızlarsa. Bu Tanrıdan kastettiğimiz şeydir, Tanrı isminin kastettiği şeydir.

… bir tecrübeye girmek bir riski üstlenmektir, imkansızın fırtınalı denizlerine göğüs germek, sağduyunun bize toprağa yakın durmamızı ve kıyı şeridini göz önünde bulundurmamızı isteğinde tehlikeye atılmak, ihtimallerin aleyhimize olduğunda kendimizi ortaya koymaktır. Tanrı tecrübesi olayların seyri esnasında tanrının elini “görmek”, tecrübenin seyrini Tanrının kılavuzluğunda gibi almak, seven bir el bulmak, başkalarının şans bulabildiği ilahi bir kayra, öyle ki bir şeyler olduğunda adeta bir lütuf gibi olur, tesadüf eseri değil, kendiliğinden ve bilerek isteyerek. Fakat lütuf bir şansın lütfu değil. Bir miktar tesadüfi ama kendiliğindenliği ilahi bir merhametin eseridir.”

#İman
3 лет назад
İman ve inanılamayan
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi