1933'te Bolu'nun bir köyünde doğar Mehmet Ali Sarı. O devirde hiç de yaygın olmayan bir şekilde ilkokul öğretmeninden hafızlığa başlar. Hıfzını tamamladıktan sonra 14 yaşında köyün ileri gelenleri tarafından İstanbul'a getirilir ve Beyoğlu Ağa Camii'ndeki cami odalarından birine yerleştirilir. Asıl macera bundan sonra başlar Sarı Hoca için. Kıraat ilimlerini öğrenir, Arapça dersleri alır. Bir yandan fıkıh derslerine devam ederken diğer yandan Hafız Kemal Batanay'dan da özel olarak musıkî ve tambur dersleri alır. 1951'de ilk defa açılan İstanbul İmam-Hatip Okulu'nun ilk öğrencilerinden olur. Buradan mezun olduktan sonra, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'ne devam ederken, İstanbul Belediye Konservatuarı'na devam ederek musıkî eğitimi alır. Bunlar hep Beyoğlu'nda bulunmanın nimetleridir.
Kur'an-ı Kerim ve Dinî Musıkî dersleri veren Mehmet Ali Sarı Hoca ile Beyoğlu'nda Bir Hafız: Kur'ân'la Geçen Bir Ömür adlı hatıratından yola çıkarak sohbet ettik.
Doğru. Ben doğduğumda ezan bir senedir Türkçe okunuyordu. Ben ezanı Türkçe zannediyordum zaten… İlk “aslî" ezanı İstanbul'da dinledim. Bizim köyde bir Hasbi Dayı vardı, onun okuyuşu hala kulaklarımdadır: “Tanreee uludur, Tanreee uludur…" diye okurdu.
Hayır, hiç hatırlamıyorum. Zaten çok küçüktüm.
Hatırlamaz mıyım! Ben Ağa Camii'ndeydim. Taksim'de AKM'nin yanında bir karakol vardı o zaman. Orada görevli bir komiser namaza gelirdi bizim camiye. İkindi vakti bizim camide ezanın Arapça okunduğunu duyunca müezzin arkadaşı karakola ifadeye götürüyor. Tabii ezanın aslına çevrilmesi kararı daha iletilmemiş karakollara falan. Sonra mesele anlaşıldı da serbest bıraktılar arkadaşı.
Hocalar çok memnun oldular, bayram ettiler adeta. Mesela Sultanahmed Camii minarelerinin her şerefesinden ayrı ayrı okundu ezanlar.
Şov yapıyor müezzinler. Ezana başla, 10 dakika uzat. Kazan gibi üç tane hoparlör koyuyorlar, sesini de sonuna kadar açıyorlar. Ne lüzum var buna. Hodri meydan, çık minareye çıplak sesle oku, istediğin kadar bağır, istediğin kadar uzat. 10 sene hoparlörsüz Ağa Camii'nin minaresinden ezan okudum ben 85 basamak çıkarak.
Var tabii. Olmaz mı? 2010 Ramazan'ında, Cumhurbaşkanımız, o zaman Başbakandı, Recep Tayyip Erdoğan Beyefendi Yenikapı Mevlevihanesi'ni ziyaret edeceklermiş. Teravihi de burada eda etmek istemişler. Beni aradılar, “Siz kıldırmaya gelir misiniz? dediler. “Gelmez miyim, uçarak gelirim" dedim.
Ben yarım saat kala gittim Mevlevihane'ye. Bütün devlet erkânı oradaydı. Cumhurbaşkanımız beni yanına buyur etti, elini kolumun üzerine koydu ve bir süre öyle sohbet ettik.
“Duaya çok ihtiyacımız var" dedi Erdoğan. Ben de kendisini çok sevdiğimiz ve başarıları için hep dua ettiğimi söyledim. Allah seni kötü sözlerden, kötü gözlerden muhafaza etsin dedim. Ardından namaza geçtik. Son sekiz rekatla vitr namazını ben kıldırdım. Sonrasında da 2 saat kadar oturup sohbet ettik. Devletimizin başındaki kişiyle yanyana oturmak benim için çok büyük bir iltifat. Bana bu fırsatı lütfeden Allah'a şükürler olsun.
Bir gün camiye gelen bir zat beni Tepebaşı'nda bir derneğe iftara davet etti. Gittim, masanın başına oturdum iftardan önce biraz Kur'an okudum. İftar ettik. Sonra bir çay faslı olunca, dikkatimi çeken birini sordum: Tanımıyor musun, o Vehbi Koç dedi.
(Gülüyor) Birkaç gün sonra Divan Oteli'ne iftara davet etti beni Vehbi Bey. Okuyuşumu beğenmiş. Gittim, ben yine Kur'an okudum, iftar ettik, kahvelerimizi içtik. Sonra Vehbi Bey bana dönüp, “Hafızım, teravih namazını bizde kılalım" dedi. Eve giderken arabaya biri daha bindi. “Lan Gooç, ne düşünüyong, bining yarısı beş yüz, o da bizde yoh" dedi.
Ben de merak ettim tabii, bu kadar rahat konuşuyor falan. Eve gidince birine sordum. Meğer o, Hacı Ömer Sabancı'ymış. Şişli'deki evinde teravihi kıldık beraber. Ara ara görüşüp sohbet ederdik Vehbi Bey'le. Allah rahmet eylesin.
Şimdi bunu tarif etmek zor tabii musiki bilmeyenlere ancak şöyle diyorum ben: İstanbul tavrı, kendi medeniyetimiz çerçevesinde, asırların ince süzgecinden geçerek incelmiş, asalet kazanmış, milli duygu ve zarif zevklerimizle örülü, bize özel zengin ses ve nağme dünyamızın ilahî kelimelerle buluşmasıdır.
Elbette. Milletlerin kendi ses dünyalarına göre şekilleniyor okuyuşları da. Balkan, Hind-Pakistan, Afrika ve Mısır okuyuşları gibi. Tabii İslam ülkelerinden en çok öne çıkan İstanbul ve Kahire tavırları.
Bu gün İstanbul tavrı ne durumda?
Son temsilcisi merhum Ali Üsküdarlı'ydı. Maalesef onun okuyuşunu tam anlamıyla aksettiren bir okuyucu yok zamanımızda.
Malum, yaşanan kültürel kesintiler, kırk yılı aşkın süren aşağılama, red ve inkar döneminin bir neticesi olarak yeniler yetişememiş. Eski hafızlar da vefat edince iyice unutulmuş İstanbul tavrı. Buna mukabil de Kahire tavrı yaygınlaşıyor tabii.
Bu Enderun teravihi sarayda kılınan bir teravih şekli. Saraydaki imam ve müezzinlerin hepsi de musikişinas insanlar. Tekdüze okumak yok orada. Çünkü bu en çok musikişinası sıkar. Beş tane dört rekat var, beşinde de farklı makamlarla okunuyor. Hem müezzinler ilahi okuyor hem namaz kılınıyor. İlk dört rekat rast ve ısfahan, ikincisi saba, üçüncüsü hüseyni, dördüncüsü eviç, beşincisi acemaşiran. Vitr namazındaysa dinlendirici etkisinden dolayı segâh makamı kullanılır. Tabii bu usûl bir kaybolmuştu. Ancak yakın zamanda yeniden canlandırıldı. 2010'da ilk Enderun usulü namazı Sultanahmed Camii'nde ben kıldırdım.
Çok var: Kemal Batanay, Sadettin Kaynak, Mustafa Nafiz Irmak, Nevzad Atlığ, Bekir Sıtkı Sezgin, Ali Rıza Sağman, M. Zekai Konrapa. Bir de üç padişah görmüş, “Saray hafızı” denilen Hafız Ali Üsküdarlı vardı ki…
O bir efsane tabii…
Kur'an tilavetinde İstanbul tavrının son temsilcilerindendi. Ağa Camii'ne çok gelirdi. O geldiği zaman insanlar onun Kur'an okumasını bekler, o da “Yorgunum, hastayım, zamanı değil” derdi. Aslında kendisine ısrar edilmesinden hoşlanırdı yani. Onun bir yere geleceğini duyanlar, camiye erkenden gider beklerlerdi. Bir hafızlık cemiyetinde karşılaştık hoca ile. Törenden sonra ben, öğrencisi Kani Karaca, hoca ve yardımcısı dördümüz Beykoz'a gittik, birer çay içtik. Sonra otobüse bindik. Kani Karaca ile Ali Üsküdarlı önce mırıldanmaya başladılar, sonra sesler yükseldi, nihayet netleşti. Klasik eserleri peşpeşe okuyorlardı. Otobüsteki insanlar da bize doğru yöneldiler. Hatta ineceği durağı geçenler bile oldu bu “mobil konser”i dinlemek için (Gülüyor)…