|

İnternet âlemini tavaf eden 'Devrim' yazısı

Ali Murat Güven
00:00 - 16/11/2008 Pazar
Güncelleme: 03:22 - 16/11/2008 Pazar
Yeni Şafak
İnternet âlemini tavaf eden 'Devrim' yazısı
İnternet âlemini tavaf eden 'Devrim' yazısı

Aşağıda okuyacağınız yazı, Yeni Şafak'ta ilk kez bundan beş buçuk yıl kadar önce yayımlanmıştı.

O dönemlerde, her pazar, “Zamanda Yolculuk” logosu altında, bazen Türkiye'den, bazen de dünyanın değişik ülkelerinden ilginç ve az bilinen tarihsel olayları anlattığım özel bir sayfam vardı gazetemizde…

Ve “Efsane Otomobil'e Dokunmak” başlıklı bu yazı da 5 Ocak 2003 Pazar günü aynı sayfada yayımlanan 5'inci inceleme-araştırma dosyası olmuştu.

Gazetemizin o günkü ön sayfasından “Devrim” otomobilinin yanında çekilmiş bir fotoğrafımla birlikte okurlara duyurulan söz konusu makale, sonraki aylar ve yıllarda ise Türkçe internet dünyasının en popüler kaynak metinlerinden birine dönüşecekti.

Bir kısmı bizzat aranılıp tarafımdan izin alınarak, bir kısmı da hiç bir imza ve kaynak adı kullanılmaksızın yapılan bütün bu iktibasları her seferinde büyük bir sevinçle karşıladım; izinsiz ve imzasız olarak gerçekleşen kullanımları da çok fazla kafama takmadım. Çünkü, böyle bir yazının aslî amacı şahsıma itibar ya da şöhret kazandırmak değil, geçmişi yarım yüzyıl öncesine kadar uzanan vahim bir yanılgının toplum belleğinde en kestirme yöntemlerle onarılmasıydı. O yüzden, şimdiye kadar “Efsane Otomobil'e Dokunmak” başlıklı bu metni kullanmak üzere beni arayan hiç bir dergi ve internet editörünü reddetmedim; bunların pek çoğuna yazının orijinalinin yanısıra, yayınlarında kullanmaları için arşivimden “Devrim otomobili”ne ilişkin düzinelerce orijinal fotoğraf da gönderdim.

Bu itibarla, en son geçen yılın sonlarında yaptığım üstünkörü bir google sörfü sırasında, yazının başlığını arama çubuğuna yazdığımda, 100'ün üzerinde adreste aynı başlıkla ve aynı cümlelerle yer aldığını görerek bir kez daha mutlu olmuştum. Devrim'e ilişkin “doğru tarihsel bilgi”yi içeren bu kaynak metin yıllar geçtikçe anlam ve önemini hiç yitirmeksizin siteden siteye dolaşıyor ve kitleleri “200 metre gidip bozulan ilk Türk otomobili”nin gerçek öyküsüyle tanıştırmaya devam ediyordu.

Öte yandan, söz konusu yazının içinde yer alan bir bölüm, vaktiyle bu trajik öyküyü bir sinema filmine; hadi olmadı, en azından bir “belgesel” ya da “kısa film”e dönüştürme yönündeki güçlü özlemimin de bir tür dışavurumu niteliğindeydi.


* * *

“Efsane Otomobil'e Dokunmak”ın gazetemizde ilk kez yayımlandığı günlerde, prestijli bir yayınevinin sahibi gazetede ziyaretime gelmiş ve “Devrim'in gerçek öyküsünü, elimde bulunan diğer belge ve bilgiler eşliğinde derhal bir kitap hâline getirmek istediğini” belirtmişti. Ben ise bu teklife biraz çekinceyle yaklaşmıştım. Çünkü, tirajı Türkiye koşullarında taş çatlasın 2 ya da 3 bini geçmeyecek, sürümü son derece sınırlı bir kitapla “mesaj”ın yerine ulaşmasının ne denli zor olacağını o günlerde de iyi biliyordum, bugün de böylesi bir gerçeğin farkındayım. O yüzden, 2003 yılı boyunca, daha ziyade kaliteli bir belgesel ya da en azından yarı-belgesel bir kısa film için sponsor aramaya ağırlık verdim.

Üzerinden uzunca bir zaman geçti ve hafızam artık beni yanıltıyor olabilir. Ancak, herhalde en az bir 25-30 kapı çaldım böyle bir projeye maddî kaynak bulabilmek için. Sponsor adayı kişi ve kuruluşlardan istediğim toplam para ise 10.000 YTL dolayındaydı. Filmi bitirebilmek için bundan daha fazlasına da kesinlikle ihtiyacım yoktu.

Çünkü, gerçekte, “Devrim otomobili” üzerine bir belgesel filmin gerektirdiği güncel çekimlerin önemli bir bölümünü, zaten bundan yıllar önce, 1997 ve 1998'de Star Televizyonu'ndaki “Teksoy Görevde” programında muhabir olarak görev yaparken bitirmiştim bile…

O yıl, Eskişehir'deki Tülomsaş lokomotif fabrikasında böyle bir otomobil bulunduğunu anlattığım sevgili program yapımcım Sadettin Teksoy, “İlk gençlik yıllarımdan, ben de biliyorum bu olayı. Ancak, senin anlattığın tarzda değil, yine halkın bildiği o çarpıtılmış şekliyle. Yani, utanç verici bir başarısızlık gösterisi olarak” demiş ve hemen ardından da eklemişti:

“Çok güzel bir haber öyküsü bu. Yanına en kıdemli kameramanımız Cem Sertesen'i de al, birlikte Eskişehir'e gidin. Aracın korunduğu fabrikada gerekli araştırmayı ve ön çekimlerinizi yapın. Bir süre sonra da oraya beraberce tekrar gider, benim tamamlayıcı anonslarımı çekeriz. Sonrasında da bu ilginç tarihsel öyküyü programımızda 45-50 dakikalık özel bir bölüm olarak izleyicilere sunarız.”

Teksoy'un dediği gibi yaptık ve 1997 yılının Aralık ayında Eskişehir'e, Tülomsaş tesislerine gittik. O dönemde anılan fabrikada çalışan yetkililer bizleri son derece sıcak karşıladılar ve Devrim'in -tarafımdan genel hatlarıyla bilinen öyküsünü- bizlere bu kez bütün ayrıntılarıyla birlikte aktardılar. Fabrika arşivinden şahsıma ödünç olarak (bugün hâlâ hepsini özenle sakladığım) düzinelerce tarihî fotoğraf verildi. Bunları İstanbul'da uygun koşullarda tarattıktan sonra, asıllarını ait olduğu yere iade ettim.

Tülomsaş yetkilileri, o ziyarette bana ve kameraman dostum Cem Sertesen'e büyük bir jest daha yaparak, (günümüzde artık özel camekânlı bir kulübede muhafaza edilen) Devrim'i yaklaşık 40 yıldır bulunduğu kapalı garajdan dışarı çıkartıp, fabrikanın uçsuz bucaksız bahçesinde hareket hâlindeyken çekimler yapmamıza imkân sağladılar. Biz de bu güzel fırsata mal bulmuş mağribi gibi atlayarak, aracı -âdeta bir sinema filmi mantığı içinde- dururken, yürürken, önünden, arkasından, tepesinden, velhasıl çekilebilecek her biçimde bol bol çekecektik. Bunların yanısıra, Eskişehir'de yaşayıp da o dönemlere birinci elden tanık olmuş ya da öykünün ardındaki gerçekleri nesilden nesile aktarmalar yoluyla bilen bir dizi emekli teknisyenle de röportajlar yaparak, elimizde biriken malzemeyi daha bir zenginleştirmeye yöneldik.

Nitelikli bir belgesel için paha biçilmez bir değere sahip bulunan bu görüntülerle İstanbul'a döndüğümüzde, yaptığımız ön çekimleri Teksoy da izledi ve çok beğendi. Ancak, onun katılacağı asıl anonslu çekimleri yapmak için havaların biraz daha düzelmesini beklemek zorundaydık.

1998'in ilkbaharıyla birlikte, bu kez yanımızda sunucumuz da olmak üzere, Eskişehir'e bir kez daha gittik. Teksoy, tıpkı ilki gibi son derece dostça karşılandığımız Tülomsaş tesislerinin -vaktiyle bu serüvenin yaşandığı- değişik bölümlerinde kamera karşısına geçip, kendisine yazdığım duygusal anonslar eşliğinde Devrim'in yapım öyküsünü başından sonuna kadar anlattı. Ayrıca, o günleri hatırlayan emekli işçiler ve aracı gözü gibi koruyan fabrika yetkilileriyle söyleşiler gerçekleştirdi. En sonunda da kapanış anonsunun ardından -hazırlayacağımız programın final sahnesinde kullanmak amacıyla- Devrim'e bindi, vaktiyle “200 metre gidip bozulmakla suçlanan” otomobili kontağını çevirip tek harekette çalıştırdı ve batmakta olan güneşe doğru ilerleyerek ufukta kayboldu.

Devrim'in öyküsünü Türk toplumuna popüler bir haber-araştırma programı kapsamında doğru bir biçimde aktarabilmek adına, görünürde her şey dört dörtlük gidiyordu.

Ancak, bir tek şey hariç: Star Televizyonu'nun o günlerdeki sahibi Cem Uzan'ın keyfi…

Bizler, bütünüyle Devrim'in öyküsüne adanmış bir “Teksoy Görevde” bölümünü kurgulayıp yayımlamaya fırsat bulamadan, Uzan, yıllar içinde geleneksel hâle getirdiği mevsimlik tenkısat operasyonları çerçevesinde, aralarında program ekibimizin de yer aldığı tam 250 kişiyi aynı gün içinde işten attı. Böylelikle, anılan kuruma verdiğim onca yıllık emekten sonra işsiz kaldığım gibi, bu güzel öyküyü ekrana taşıma yönündeki projem de suya düşmüş oluyordu.

Star binasından ayrılırken yanıma aldığım üç-beş parça hatıradan biri de Devrim'in, her iki Eskişehir gezimiz sırasında çektiğim ham görüntülerini içeren betacam kasetlerdi. Tıpkı, vaktiyle Devrim'i yapan mühendis ve teknisyenlerin başına geldiği gibi, her ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bu otomobil hakkındaki gerçeği, güçlü ve tarafsız bir medya organının aracılığıyla kitlelere sunabileceğim o uygun koşulları bir türlü yakalayamamıştım.

Sonraki yıllarda, aynı öyküyü Yeni Şafak sayfalarına taşıyınca, içimdeki hüzün duygusu da biraz olsun hafifler gibi oldu. Buna karşılık, aklımın bir köşesi hep “bu öykünün bir de filmini” yapmaktaydı. Az miktarda yeni çekim, yanısıra da kaliteli bir kurgu ve seslendirme çalışmasının ardından, eldeki malzemeyi güzelce yoğurup ortaya şık bir belgesel çıkarmamı sağlayacak cömert bir sponsorun arayışında oldum sürekli olarak…

Ancak, bu mahallenin adına “muhafazakâr câmia” demişler bir kez; eğer buraların çocuğuysanız, kendinizi kederden duvardan duvara da vursanız bile sanat adına yapabileceğiniz her şeyin bir sınırı vardır ve bu sınırlar da son derece dardır.

Sonuçta, Devrim'e itibarını iade edebilmek için, bütün bu iyi niyetli çabalarıma karşın, geride kalan 11 yılda, Yeni Şafak'ta yazdığım bir tarih makalesinden daha fazlasını yapamadım. Ta ki belgesel yönetmeni Tolga Örnek'in aynı konu hakkında bir sinema filmi çekmeye hazırlandığını öğrenene kadar…

Her ne kadar, bu haberi ilk aldığımda, yapmayı yıllarca çok istediğim bir şeyi bir başka meslektaşımın yapıyor olmasından dolayı yüreğimde belli belirsiz bir cızlama hissettiysem de bu duygu çok çabuk geçti. Çünkü, böyle bir olayda “icraat”, “o icraatı kimin yaptığı”ndan ya da yapacağından çok daha önemliydi. Ha Tolga Örnek, ha Ali Murat Güven, ha bir başkası… Asıl önemli olan, Türk otomotiv sektörünün gelişim serüvenini çeyrek yüzyıl geriye atan bu büyük tarihsel yanılgının, yıllar sonra da olsa iddialı bir film kapsamında yeniden gündeme getirilip düzeltilmesiydi.

Ve geçtiğimiz pazartesi akşamı, İstanbul'un yeni alışveriş merkezlerinden İstinye Park'ta “Devrim Arabaları” filmini izlediğimde de içimdeki bu huzur duygusu daha bir perçinlendi. Ufak tefek kusurları bir yana, genel olarak son derece güzel bir çalışma ortaya koymuşlardı Tolga Örnek ve ekip arkadaşları…

Bu haftaki sayfamızda, konuyla ilgili olarak hazırladığım film eleştirisinde hepsine haklarını teslim ettim zaten; ancak madem ki bu yazıda aynı konuyu bir başka boyutuyla yeniden ele aldık, o hâlde hiç üşenmeden kendilerine bir kez daha teşekkür edeyim. Yapımcı ekibin bütün üyelerinin ellerine, kollarına ve dimağlarına sağlık… Bu trajik öyküyü, tam 47 yıllık bir gecikmeden sonra, ulusal tarihimizin sayfalarına nihayet olması gerektiği şekliyle emanet etmiş oldular. O projede yer alıp da bugün artık aramızda bulunmayan bütün mühendis ve teknisyenlerin ruhları böylesine anlamlı bir vefâ gösterisiyle şâd edilirken, hayattaki yakınlarının kalplerinin de sevinç ve gururla dolacağı kesin…

Ancak, sözün burasında gayet dostça ve “insanî” bir itirafta da bulunmak isterim.

Gala gösterimi sırasında film bitip de en son jenerikteki “teşekkürler” bölümünde ufak ufak puntolarla bir sürü insanın adlarının geçtiği bölüm perdede akarken, diğer konuklarla birlikte salonu terk etmeden önce, “Ola ki” diyerek koltuğumda biraz daha kaldım; “Ola ki vaktiyle yazdıklarıyla bu filme ilham kaynağı olan kişiler arasında benim de adım geçer.”

Böyle naif bir beklenti için somut bir gerekçem de vardı üstelik. Her ne kadar, yönetmeni filmle ilgili yegâne ilhamını, aynı konuda 1990'ların başlarında Cumhuriyet gazetesinde bir yazı dizisi hazırlamış olan gazeteci-yazar Aydın Engin'in o çalışmasından aldığını söylüyor olsa da, “Devrim Arabaları”nın çekimlerine başlandığı ilk günlerden şu yazıyı okuduğunuz dakikaya kadar, gerek filmin internet sitesi gerekse diğer yazılı tanıtıcı materyallerinde benim aşağıda tekrar görüşlerinize sunduğum eski yazımdan “bire bir alınmış” cümleler kullanılmaktaydı. Üstelik, Engin'in bahse konu olan (benim de bu yazıdan önce değil, çok daha sonra, Basın Müzesi'ndeki eski Cumhuriyet ciltlerini karıştırarak bulup okuma fırsatı bulabildiğim) yazısının yayımlandığı yıllarda henüz internet ortamı da yoktu. O yüzden, günümüz gençliğini bu konuda doğru yönde bilgilendiren temel kaynak, Aydın Engin ustamızın bundan yaklaşık 15 yıl önce hazırladığı o dizi değil, bizim çok daha yakın tarihli, bugüne kadar internette milyonlarca kez tıklanıp birbirinden taban tabana zıt ideolojik karakterdeki yüzlerce siteye ve foruma aktarılmış olan nacizane makalemizdi.

An itibarıyla “Devrim Arabaları” sitesinde yer alan ve malûm yazımızdan iktibas edildiği âşikâr olan şu cümleler bile, söz konusu filmin senaristlerinin ilham kaynakları arasında bizim 2003 tarihli o çalışmamızın da bulunduğunu ortaya koymaya yetiyor aslında:

“16 Haziran 1961. Devlet Başkanı Cemal Gürsel tümüyle yerli üretim bir otomobil yapılmasını emreder ve görevin TCDD işletmesine verildiği bildirilir. O gün orada bulunan 23 mühendis bu emri 'Türk insanının mâkûs talihine karşı bir meydan okuma' olarak algılarlar. En küçük bir tereddüt ya da endişe sergilenmeksizin derhal işe başlanır. Çalışma mekânı olarak Devlet Demiryolları'nın Eskişehir'deki Cer Atölyesi seçilir. Zaman müthiş dardır. Ekibin Cumhuriyet Bayramı' na kadar yalnızca 130 günü vardır.”

Evet, bunlar bire bir benim cümlelerim…

Tanıtıcı metinlerde ilgili yazımdan yapılan bu gibi kısmî alıntıların yanısıra, filmde, Engin'in 1994 tarihli dizi-röportajında hiç bir özel önem atfedilmeyen, benim ise neredeyse altını çize çize vurguladığım “Türkçe sözcüklerle bezenmiş bir otomobil kadranının insanda uyandırdığı gurur duygusu” gibi duygusal yaklaşımlarımla açık paralellikler içeren kimi sahnelerin yer alması da “ilham verme” yönündeki bu kanaatimi güçlendiren diğer bir gerekçeydi.

Ancak, bu öykünün gerçeğini 2000'li yıllarda Türkiye içinde ve dışında milyonlarca insana tekrar tekrar anlatmaya çabalamış bir gazeteci olarak, tahmin edileceği üzere, adım filmin finalindeki “teşekkür yazıları”nda falan geçmedi. Çünkü, bu olayın Türk toplumuna doğru bir biçimde mâlolması yönünde yaptığı medyatik katkılar her ne düzeyde olursa olsun, Yeni Şafak'ta çalışan “gerici” bir yazarın adının, galasında sivillerden ziyade eski ve yeni ordu mensuplarını ağırlayan bir yapımın bitiş jeneriğinde geçmesini ummak “ham hayâl” olurdu elbette…

Öte yandan, filmin sponsor takımını oluşturan Koç Allianz, Garanti Bankası, Doğuş Otomotiv, BP Castrol gibi markaların çağdaş yöneticileri karşısında da hiç yakışık almazdı bu tür bir jest…

Ancak, itiraf edeyim ki ben yine de -bir kaç saniyeliğine de olsa- salondan çıkmadan önce bu hayâli gördüm. Ne yapayım, böyle bir saçmalığı da bir türlü büyüyemeyen ve hayatın gerçeklerini hiç bir zaman göremeyen çocuksu ruhuma verin artık…

Bu güzel filmin tam olarak kimin yazılarından doğan ilhamlarla yapıldığını, bugün olmasa bile ahirette öğreniriz nasıl olsa…

Velhasıl, âdeta kendim yapmışçasına büyük bir coşku, sevinç ve özlemle kucakladığım “Devrim Arabaları” adlı yapıtın ülkemiz sinemalarında gösterime girmesi vesilesiyle, 5 Ocak 2003 tarihinde yayımlanan ve her satırı bu ülkeye yönelik katıksız bir sevgiyle dokunmuş olan “ünlü” yazımı, bu vesileyle sizlerle bir kez daha paylaşmayı istedim.

Ola ki içinizde bu “takdir edilmemiş başarı öyküsü” ve onun arka planındaki büyük trajediden hâlâ haberdar olmayanlar bulunabilir diye…


* * *

'Efsane Otomobil'e Dokunmak…

Yeryüzündeki hiç bir otomobil onun kadar yanlış tanıtılmadı, onun kadar aşağılanmadı…
40 yıla yakın bir süre boyunca -olanca masumiyetine karşın- 27 Mayıs darbesinin simgesi gibi görüldü ve gösterildi.
Kimileri "modeli çalıntı" dedi, kimileri ise "Erbakan'ın başarısız girişimlerinden biri olduğunu" savundu.
Ama "devran er ya da geç döner" demiş atalarımız…
Çoğu otomobil kullanmayı dahi bilmeyen 23 Türk mühendisinin 129 günlük onur mücadelesinin ürünü olan "Devrim", şimdi artık yavaş yavaş iade-i itibarına doğru emin adımlarla ilerliyor.
Türk otomotiv tarihinin bu en duygusal öyküsünün baş kahramanını yakından tanımış olmaktan dolayı kendimi çok şanslı sayıyorum…

Türkiye, destansı filmlere konu olabilecek “büyük cesaret öyküleri”nin öyle pek sık yaşanmadığı bir ülke... Bu da bizi yöneten güçlerin son derece bilinçli bir tercihi. Gündelik hayatında “kira ve fatura ödeme” çemberinin içine sıkıştırılmış olan bir toplumun mensupları, bu kısır döngüden sıyrılıp kendilerini nasıl aşabilirler ki? Bizlere dayatılan tek boyutlu hayat ve buna bağlı olarak gelişen köşeye sıkışmışlık duygusu, sadece ilginç ve sıradışı toplumsal portreler üretmedeki kabızlığımızın değil, edebiyatımızda polisiye, bilim-kurgu ya da gerilim gibi popüler türlerin esamesinin okunmamasının da temel nedeni kanımca. Türk milletinin mensupları boylarını aşan işlerle uğraşmayıp sürekli “ekmek derdi” peşinde koşmalı, öyle değil mi ya!

İşte “Devrim”, bundan tamı tamına 42 yıl önce, hayâl kurması şiddetle yasaklanmış olan böyle bir toplumda doğdu. Türkiye'nin ilk gerçek “yerli otomobil prototipi”ydi o. Koç topluluğunun resmî tarihe göre “ilk” sayılan “Anadol”undan yıllar önce doğmuştu.

Ancak, dedik ya, bu sıkıştırılmış toplum için haddi fazlasıyla aşan bir çabanın, cüretkar bir hayâl gücünün ürünüydü “Devrim”. Nitekim, anında cezalandırıldı. Bir daha da yıllar boyunca kimseler adını bile anmayacaktı. Anmamak şöyle dursun, üretilmiş olan dört tane gıcır gıcır “Devrim”den üçünün karanlık güçler tarafından preslenerek yok edildiğini biliyoruz bugün. Sonuncu prototip otomobili ise ona emek veren Eskişehirli yurtsever işçiler güç bela kurtardılar hayâl düşmanlarının ellerinden...

“Devrim”in göz yaşartıcı doğuş öyküsü, ABD'de 1940'larda 'Tucker' otomobillerini üreten serbest girişimci Preston Tucker'ın trajik hayatıyla da büyük ölçüde paralellikler içeriyor. Soyadıyla anılan özgün bir otomobil üreten bu cesur adam, halkın yeni otomobili çok tutması nedeniyle telaşlanan Amerikan otomotiv devlerinin hışmına uğrar ve şirketi kısa süre içinde çeşitli ayak oyunlarıyla batılır. Tucker da beş parasız ve ülkesine kırgın bir insan olarak hayata vedâ eder.

Bu konuda okuduğum son haberde, Amerikan karayollarında yarım yüzyıl sonra hâlâ 50 dolayında Tucker'ın “tıkır tıkır” dolaştığını öğrenmiştim. Ama vahşi kapitalizmin tiranları o kaliteli otomobile hayat hakkı tanımadılar. Tıpkı “Devrim”e tanımadıkları gibi...

Bereket versin ki, sinema diye bir sanat dalı var ve çağımızda pek çok iade-i itibar işlemi devletler eliyle değil, yine bu sanatın aracılığıyla yerine getiriliyor.

1988 yılında “Tucker: A Man and His Dream” (Tucker: Bir Adam ve Rüyâsı) adında yumruk gibi bir film çeken “baba” yönetmen Francis Ford Coppola, Preston Tucker'a beyazperde yoluyla da olsa itibarını iade etmişti.

Darısı, bizim “Devrim”in başına...


“Bana bir otomobil yapın”

Yıl 1961... Cemal Gürsel cuntası işbaşındadır ve devrik Başbakan Adnan Menderes ile dâvâ arkadaşları Yassıada duruşmaları ile adım adım “idam”a doğru ilerlemektedir.

Çeşitli firmalarda çalışan 23 tecrübeli Türk mühendisi, kendilerine gönderilen ayrı ayrı mektuplarla “mühim bir konuyu istişare etmek üzere” Ulaştırma Bakanlığı'na davet edilirler. Bu insanların bazıları yurt dışında görev yapmaktadır; ancak mesajı alan herkes “Devletin isteği başımız üstüne” diyerek işini gücünü bırakıp Ankara'ya gelir.

O yılın 16 Haziran'ında Bakanlık'ta bir araya gelen mühendislere, bizzat Cemal Gürsel'den gelen “çok gizli” damgalı bir emir okunacaktır:

“Bu yılın Cumhuriyet Bayramı törenlerinde halkımızın görüş ve takdirlerine sunulmak üzere, hem tasarım, hem de malzeme olarak tamamen yerli malı bir otomobil üretmenizi istiyorum.”

O gün orada bulunan 23 mühendis bu emri “Türk insanının mâkus talihine karşı bir meydan okuma” olarak algılarlar. En küçük bir tereddüt ya da endişe sergilenmeksizin derhal işe başlanır. Çalışma mekânı olarak da Devlet Demiryolları'nın Eskişehir'deki Cer Atelyesi seçilir. Zaman müthiş dardır, Cumhuriyet Bayramı'na kadar yalnızca 129 günü vardır ekibin...

Günde bir kaç saat uyuyarak ve bu süre zarfında tesislerden hiç ayrılmaksızın, modeli tümüyle kendilerine ait olan, bütün parçaları el işçiliğiyle üretilmiş, 4 silindirli ve direksiyondan vitesli harika bir “aile otomobili” yaparlar kahramanlarımız. Hem de bir tane değil, tam dört tane!

Bunlardan ilk ikisi, insanüstü bir çabanın sonucunda 28 Ekim 1961 gününün akşam saatlerinde tamamlanmıştır. Araçlara “Devrim 1” ve “Devrim 2” adı verilir. Mühendislerden biri Cumhurbaşkanı'nın alternatif bir renk isteyebileceğini düşünerek, araçlardan birinin siyah olmasını teklif eder. Böylelikle, ilk araç krem rengi kalırken, ikincisi ise onu 29 Ekim gece yarısı Ankara'ya götürecek “Karakurt” trenine bindirilmeden önce binbir güçlük içinde siyaha boyanır.

Depolarında, trendeki güvenlik kuralları gereği hiç benzin bulunmayan “Devrim”ler, 29 Ekim törenlerinde Cemal Gürsel'e Hipodrom önünde kılpayı yetiştirilir. Çevresinde yarattığı panik ortamıyla araçlara doğru düzgün bir benzin ikmâli yapılma şansı dahi tanımayan Millî Şef, deposu nisbeten daha dolu olan krem renkli “Devrim” yerine doğrudan doğruya siyah “Devrim”e yönelince, aracın zaten az miktarda olan benzini de biraz sonra biter. Ve siyah “Devrim” öksürerek durur.

Gürsel'in, şoför koltuğundaki mühendise sorusu kısa ve nettir: “Ne oldu?”

Şoför, “Benzin bitti Paşam” der, korku ve üzüntü arasında gidip gelen duygularla…

Bunun üzerine, “Garp kafasıyla araba yapıyorsunuz, ama şarklı olduğunuz için benzin koymayı unutuyorsunuz” diyerek hışımla aracı terk eder Gürsel. Oysa, o aracı yapmayı başaranlar deposuna benzin koymayı da bilmektedirler elbette. Fakat, kimse aksiliğin yaşanan panikten kaynaklandığını cunta liderine anlatamaz ve “Devrim'ler” daha doğdukları gün bizzat devlet eliyle öldürülürler. Arkalarında, kendilerine doğru düzgün bir teşekkür bile edilmemiş 23 tane gözüpek mühendisi bırakarak...

Ve “Devrim projesi”yle ilgili gerçekler de ilerleyen yıllarda bazı karanlık çevreler tarafından bilinçli olarak çarpıtılır; bu araçların adının her gündeme gelişinde, kamuoyu onları “200 metre gidip bozulan Türk otomobili” biçiminde hatırlamaya başlar.


Ve "Devrim" koruma altında...


Aradan geçen yıllarda Eskişehir DDY tesislerinin, hem yurt içi hem de yurt dışı pazarlara vagon ve makine üreten bir dev bir devlet şirketine dönüştüğünü görüyoruz. “Tülomsaş” adını alan şirketin bahçesindeki bir depoda, tamamen orada çalışan insanların özverisiyle korunmaya çalışılan “Devrim 1”, kendi hakkında sarfedilen onca hakaret cümlesine inat, âdeta akıllı bir varlık gibi yok oluşa direndi. Zaman zaman test sürüşleri için çalıştırılması dışında, işçiler bu eşsiz yadigârı yıpratmamaya azamî özen gösterdiler. Ancak ben, geçtiğimiz yıllarda bu aracı gördüğümde sağında solunda zamanın yıkıcı tesirleri yine de kendisini ufak ufak belli etmeye başlamıştı. “Bunu büyük kentlerde daha geniş kitlelerin görebilmesi için herhangi bir müzeye, meselâ şu anlı şanlı sanayi müzesine vermeyi hiç düşünmediniz mi?” diye sorduğum bir yetkili, “Asla!” diye cevap vermişti o zaman soruma, “Asla vermeyeceğiz. Bundan önce iki Devrim'i acımasızca yokettiler. Başlangıçta dört araba vardı ve hepsi de gıcır gıcırdı, kusursuz bir biçimde çalışıyorlardı. Duyduğumuza göre diğer üçünü üretildikten kısa bir süre sonra metal presinde ezmişler. O yüzden, sonuncuyu hiç bir yere vermeyeceğiz. Zaten, bugün ulusal otomotiv sanayini yöneten çevreler de bu aracı ilk Türk otomobili olarak kabul etmiyorlar. Ama biz Eskişehirliler neyin ne olduğunu biliyoruz ya, bu yeter!”

O gün saatlerce “Devrim”i inceledim. Bir işçinin refakatinde araca bindim, Tülomsaş'ın bahçesinde bu eşsiz otomobil ile turlar attık. Evet, motoru biraz zorlanmakla birlikte hâlâ çalışıyordu. Sağındaki solundaki bir kaç kırığı sorduğumda “Yapılacak birşey yok” dedi işçi arkadaş, “Bütün parçalar el yapımı ve orijinal; kırılan bir parçayı yerine koyamıyoruz. Tek yapabildiğimiz şey, bundan sonra daha fazla zarar görmesini engellemek…”

Müthiş bir şeydi doğrusu... El yapımı orijinal jantların göbeklerinde “Devrim” yazıyordu; aynı şekilde aracın ön kaputunda da… Ama beni en çok “Devrim”in ön paneli etkilemişti o zaman… Kadranlarındaki bütün ibareler Türkçeydi. “Hararet”, “benzin”, “yağ” gibi sözcükleri görünce kendimi bir an için “Alman gibi” hissettim. Diyeceksiniz ki bu ne demek şimdi? Hani Almanların yüzde yüz kendi üretimleri olan BMW, Mercedes, Opel, Volkswagen gibi dünya markası olmuş otomobillerine bindiklerinde yüzlerine yayılan mağrur bir ifade vardır ya, “Devrim”in milliyetçi kadranı da bana bir an için ona benzer bir gurur duygusu vermişti işte. Bu karşılaşmadan önce ve sonra bir daha hiç yaşayamadığım türden bir gurur...

Geçtiğimiz günlerde, “Devrim”in son durumunu öğrenmek üzere, uzun bir aradan sonra yeniden Tülomsaş'ı aradım ve Basın-Halkla İlişkiler Müdiresi Semiha Ünal ile görüştüm. Ünal, bu görüşmemizde bana son derece sevindirici bir haber verdi. 2002 Nisanında Tülomsaş Genel Müdürü Dilaver Zeki Daloğlu'nun direktifleriyle tesisin bahçesinde bir “mini müze” oluşturulmuş ve “Devrim” bu müzede yıpratıcı iklim koşullardan etkilenmeyeceği camekânlı bir bölüme konulmuş. Yalnız “Devrim” de değil, “Devrim”i 29 Ekim 1961 sabahı Ankara'ya taşıyan ünlü “Karakurt” lokomotifi ve diğer bazı tarihsel değeri olan araçlar da orada toplanmış.

Ne güzel! Birileri yıkmaya çalışırken, birileri de herşeye rağmen direniyor ve bir kentin onuru olan bu eşsiz eseri koruma altına alıyor.

Tülomsaş ailesine buradan içten bir selam gönderirken, yolu bundan sonra Eskişehir'e düşecek okurlarımıza da ısrarla sesleniyorum:

Gidin ve Tülomsaş'ın bahçesindeki “Devrim”i mutlaka görün.

Onu, bu ülkede toplu iğne bile üretilemediği bir dönemde Türk mühendisleri yaptı.

Ve bir çoğu o günlerde henüz otomobil kullanmayı dahi bilmiyordu…


* * *

Orijinal yazının linki:






15 yıl önce