|
Yakın tarihimizin ana akımları ve SEÇİM SONUÇLARI

Türkiye''nin genç düşünürlerinden Doç. Dr. Ahmet Davutoğlu''nun, 18 Nisan seçimlerinin sonuçları konusunda çarpıcı görüşler ve analizler içeren yazısını sunuyoruz. Davutoğlu, yazısında 18 Nisan seçimlerini geniş bir kültürel, tarihi ve stratejik perpektife oturtarak analiz ediyor. Seçmen''in, 19 Nisan''da ortaya çıkan tabloyla domatik-pozitivist ve dolayısıyla statükocu 28 Şubat''ın elitist ve tepeden inmeci "mühendislik" projesine karşı çıktığını ve yerli, köklü arayışlara yöneldiğini söylüyor.

AHMET DAVUTOĞLU

Seçimlere yansıyan akımlar

Son seçimlerin sonuçlarını sağlıklı bir teorik çerçeve içinde değerlendirebilmek için vakit henüz erken. Ancak, uluslararası ilişkiler ile iç siyasi kültür oluşumu arasındaki ilişki ve bu ilişkinin partilerin konumlarına yaptığı etki açısından bakıldığında bazı önemli ipuçlarını yakalayabilmek mümkün.

Soğuk Savaş sonrası dönemin dinamik şartlarında Türkiye''nin iç ve dış siyasi yaklaşımlarında yükselen akımlar ve bu akımların oluşturduğu sosyo-kültürel atmosfer bize tarihi mirasın ana damarlarını yakalama şansı vermektedir. Son on yıl içinde uluslararası konum ve iç siyasi kültür ilişkisi açısından yaşadıklarımız, Osmanlı Devleti''nin en uzun yüzyılı kabul edilen 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş sürecinde yaklaşık bir asırda görülen akımların küçük bir özeti niteliğinde. Osmanlı Devleti''nin son yüzyılında devreye giren Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük hareketleri yirminci yüzyılın son on yılında yeni olmakla birlikte yakın tarih mirası içinde süreklilik arzeden söylem ve tavırlarla tekrar gündeme geldi. Özal''ın dillendirmeye çalıştığı yeni-Osmanlıcı çizgi, Refah Partisi ile siyasi platforma taşınan İslami yükseliş, 28 Şubat süreci ile radikal bir programa dönüşen batıcılık ve PKK terörüne yönelik tepkilerle ivme kazanan ve bu ivmeyi son seçim sonuçlarına da yansıtan milliyetçilik akımları yakın tarihimizin ana akımlarının çizgilerini bünyelerinde barındırmakta. Son on yıl içinde seçimlerle ortaya çıkan tablolar ve seçim mekanizması dışında devreye giren fiili güç unsurları bu kısa zaman dilimi içinde hem ana düşünce ve siyaset damarlarının hem de Türkiye''nin temel bunalım alanlarının tebarüz etmesi sonucunu doğurmuş bulunmaktadır.

Osmanlı dönemindeki ilk örneklerine göre gerek taşıdıkları özellikler gerekse yükseldikleri dönemler itibarıyla ayrıştırılabilmesi daha güç olan bu akımların Türkiye''nin uluslararası konumu ile iç siyasi kültür arasında kurdukları bağlantılar aynı zamanda Türkiye''nin uzun dönemli eksen arayışlarını da yansıtan bir tablo oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında gerek seçimlerle ortaya çıkan sosyo-politik tablo gerekse seçimler dışında gelişen elit-içi dalgalanmalar net bir çözüm tablosu oluşturmaktan çok uzun dönemli damarların tepkilerini yansıtmaktadır. Zihinlerin karışıklığı biraz da Türkiye''nin stratejik kimlik ve zihniyet anlamında yeni bir eksen arayışı içinde olmasındandır. Türkiye belki de tarihinin en ciddi yüzleşme sürecinden geçmektedir.

Yeni-Osmanlıcılık

Fransız Devrimi''nin oluşturduğu dinamik şartlar içinde hem Avrupa''yı sarsan milliyetçilik dalgasının iç bütünlüğü etkilemesini önlemek hem de 1815 Viyana Kongresi ile oluşan yeni Avrupa düzeni içinde yer alabilmek isteyen Osmanlı idarecileri yeni uluslararası konjunktür ile iç siyasi kültür arasında bir denge oluşturabilmek amacıyla Osmanlıcılık akımının yönlendirdiği reform hareketlerine giriştiler. Osmanlıcılık içerde yeni bir kimlik ve vatandaşlık tanımı ile bölünmeyi engellemeye çalışırken, dışarda da yükselen değerlerle uyumlu bir politika geliştirmeye gayret etti. Özal bir taraftan içerde II. Cumhuriyet söylemi ile Soğuk Savaş sonrası dönemin artırdığı mikromilliyetçi atmosferin etkisini dengelemeye çalışırken, diğer taraftan da yeni Avrupa sistemine entegrasyonu ve yükselen Amerikan gücüne uyumu esas alan bir tavır geliştirmeye çalıştı. Osmanlı Devleti''nin iç bütünlüğünü güçlü batı ülkeleri ile geliştirilen dostluklarla korumaya çalışan Tanzimat paşalarına benzer bir tavır geliştiren Özal, iç ve dış konjunktür arasında sürekli bir uyum bulmaya çalıştı. Özal''ın bu tavrı ve söylemi, yerleşik kalıpları aşmaya çalışan aydınlar ve siyasi akımlar üzerinde de etkili oldu. Bu yüzdendir ki, biribirleriyle çelişik bir çok siyasi parti son seçimlerde Özal mirasına sahip çıkma yarışı içine girdi.

Yeni-sömürgecilik ve İslamcılık

19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere ve Fransa öncülüğünde tırmanış gösteren ve uluslararası ilişkilere damgasını vuran ikinci sömürgeci dalga doğu toplumları ve İslam dünyası üzerinde bir şok etkisi yapmıştı. Bu durum, Tanzimat döneminde sürdürdüğü batı ile uyumlu politikalar geliştirme tavrına rağmen, kendini sahip olduğu kimlik ve kurumlar açısından Doğu''nun Batı karşısındaki son direnç noktası olarak gören Osmanlı idarecilerini ve aydınlarını da derinden etkiledi.

Bir taraftan dışarda İngiltere''nin Hindistan, Fransa''nın Cezayir ve Rusya''nın Kuzey Kafkasya ve Orta Asya''da sürdürdüğü sömürgeci yayılma, diğer taraftan içerde dış ülkelerce desteklenen gayrimüslim azınlıkların ayaklanmaları Osmanlı idarecileri ve aydınlarını yeni arayışlara yöneltti. 93 savaşının yıkımını yaşayan Sultan Abdülhamid çift yönlü bir politika geliştirdi: iç bütünlüğü garanti altına almak için devlete sadık müslüman unsurların kimlik duygularının pekiştirilmesi ve İslam dünyasında sürdürdüğü sömürgeci politikalarla Osmanlı Devleti için bir denge unsuru olmaktan çıkıp bir tehdit haline dönüşen İngiltere karşısında Avrupa-içi dengelere ayarlı bir reel diplomasinin devreye sokulması. Abdülhamid''in İslamcılık politikası bu arayışın dayandığı temel eksen oldu. Japonya''ya kadar uzanan kuşak içinde Osmanlı''nın doğuya açılmasına zemin hazırlayan ve İngiliz sömürge sistemi ile rekabeti uluslararası hatlara taşıyarak Osmanlı üzerindeki baskıların azaltılmasını sağlayan İslamcılık politikası, aynı zamanda bu sömürgecilik dalgası içinde yer almayan Almanya desteği ile reel-diplomatik bir denge oluşturmaya yöneldi. Bu yeni arayışın iç siyasi kültür üzerindeki etkisi de, bu politikaya uyumlu bir şekilde, devletin müslüman unsurlara dayalı desteğinin artırılması şeklinde tecelli etti. Böylece devlet içindeki müslüman unsurlar özellikle bu dönemde hızlı bir yükseliş gösteren okullaşma ile sosyo-kültürel ve sosyo-politik alanda daha etkin bir hale getirilmeye çalışıldı. Böylece uluslararası güçlerin tahriki neticesinde devletten yabancılaşan gayrimüslim unsurlar karşısında güçlendirilmeye çalışılan müslüman unsurları esas alan yeni bir stratejik kimlik ve zihniyet oluşturulmaya çalışıldı. Soğuk Savaş sonrası dönemde Körfez Savaşı ve Bosna dramı ile uluslararası sistemden dışlanan ve gerek Tarih''in Sonu gerekse Medeniyetler Çatışması tezlerinde yeni bir tehdit olarak takdim edilen İslam dünyası doksanlı yılların ilk yarısında 19. yüzyılın ikinci yarısına benzer bir psikoloji ile karşı karşıya kaldı. Yeni sömürgeci bir dalga ile tekrar hesaplaşmak zorunda kaldığını hisseden İslam dünyası ve doğu toplumları özellikle Bosna''da sergilenen çifte standart ile tam bir şok yaşadı. Bu dönemde kısa bir süre içinde ortak bir kader ve kimlik bilinci ortaya çıktı. 19. yüzyılda anti-sömürgeci mücadele ile bayraklaşan Şeyh Şamil efsanesinin yerini Dudayev ve Alija efsaneleri aldı. Doğu''yu dışlayan batı karşısında onurlu bir direnç kimliği oluşmaya başladı. Bu gelişmelerin merkezinde bulunan ve özellikle Balkanlar ve Kafkaslarda yükselen tarihi bilinç ile doğrudan temasa geçen Türkiye''de İslami kimliğin ve söylemin 1993-1996 yılları arasında siyasi platformda hızlı bir yükselişe geçmesi tarihi süreklilik bilincinin kitlesel düzeye yansıması ile ivme kazandı. Gorajde''deki Sırp katliamı üzerine bir gece içinde sokağa dökülen halk ortak bir kimlik ve kader bilinci ile harekete geçmişti. İslami kimliğin yükselişi aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde ivme kazanan ve dış kaynaklarca da desteklenen etnik milliyetçilik hareketlerine karşı ortak din bağı ile milli bütünlük arasında bir bağ kurulmasını da sağlamıştı. Refahyol hükümetinin Asya ve Afrika''ya açılım politikaları ile PKK terörü ve Kürt meselesine bakışı bu çerçevede özel bir anlam kazanmaktaydı. Batı ile doğrudan çatışmadan batı-dışı alanlara açılmak ve batı ülkelerinin stratejik çıkar hesapları ile körüklemeye çalıştığı düşünülen etnik ayrımlara karşı dini bağları koruyucu bir kalkan olarak görmek 19. yüzyılın sonlarındaki İslamcılık politikalarını sürdüren bir tutumu yansıtmaktadır.

Milliyetçiliğin yükselişi

Son seçimlerden ikinci parti olarak çıkan MHP''nin benimseyeceği tavır sadece yakın tarihimizin önemli akımlarından birinin tarihi seyrini etkilemekle kalmayacak, Türkiye''nin gelecekteki konumu ile ilgili bazı temel unsurların tebarüz etmesi sonucunu da doğuracaktır.

19. yüzyılın son çeyreğinde ilk temsilcilerini bulan, II. Meşrutiyet aydınlarınca benimsenerek yükselişe geçen ve Tek Parti dönemi uygulamaları ile hayatiyet kazanan radikal Batıcılık hareketi çıkış şartlarına uygun birşekilde bir bürokrat-aydın öncülüğüne dayanıyordu. Tarih ve metafizikten radikal bir kopuşu beraberinde getiren 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin bütün öncülleri ile birlikte Batı''dan aktarılmasına dayanan bu hareket, uluslararası ilişkilerde Batı ile varolan tarihi çelişkileri ortadan kaldıracak ve buna uyumlu bir iç siyasi kültür oluşturacak bir zihniyet ve medeniyet dönüşümünü kaçınılmaz bir tarihi zorunluluk olarak görüyordu.

Bu yaklaşım aynı zamanda dini, milli ve tarihi süreklilik unsurları ile bir tür gerilim ve çatışma alanının doğmasına da yol açıyordu. İlericilik-gericilik eksenine oturtulan bu gerilim Batı toplumlarının tarihsel tecrübesini kaçınılmaz bir evrensel süreç olarak görmekten kaynaklanıyordu. Gericiliği temsil ettiği iddia edilen din ve gelenek unsurları Batı ile varolagelen tarihi çelişkileri gündeme getirdiği için Türkiye''nin uluslararası konumu için de bir tür tehdit odağı olarak algılanıyordu. Bu anlayışa göre Aydınlanma felsefesinin siyasi idealleri hem iç siyasi kültürdeki gerici unsurları tasfiye edecek hem de Batı ile tam bir entegrasyonu sağlayacak yegane esasları oluşturuyordu.

Bu yaklaşımın soğuk savaş sonrası dönemdeki en radikal çıkışı 28 Şubat süreci ile sözkonusu oldu. Bu süreç, bir taraftan deklaratif bir bürokrat-aydın tavrı ile "halka rağmen halkçı" bir yöntemle iç siyasi kültürü yeniden tanımlama ve şekillendirme iddiasına yönelirken, diğer taraftan "Batı''ya rağmen Batıcı" bir tavırla Türkiye''nin uluslararası konumunu yeniden belirlemeye çalışıyordu. Dini ve tarihi süreklilik unsurlarının Batı-eksenli dış politika oluşumunda bir tür engel oluşturduğunu düşünen bu yaklaşım, özellikle tarihi-dini süreklilik unsurlarının dış politikanın omurgasını oluşturduğu Balkanlar konusunda kendi içinde ciddi çelişkiler barındırıyordu.

Uluslararası ve bölgesel ilişkilerdeki yeni unsurlar ile iç siyasi kültüre yönelik politikalar arasındaki çelişkiler 28 Şubat sürecinin en temel açmazları arasında yer aldı. Son seçimlerde büyük patlama gösteren MHP''nin toplumsal desteğinin omurgasını teşkil eden jeo-kültürel hattın RP''nin 1995 yılındaki patlamasının gerçekleştiği hat ile örtüşmesi 28 Şubat sürecine yönelik bir tepki olarak görülebilir.

Yeni-milliyetçi dalga

19. yüzyılın sonlarında uyanan ve II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki ve Enver Paşa idealizmi ile fiili siyaset alanına taşınan Türkçülük akımı da bir taraftan Alman ve İtalyan birliği hareketlerinin oluşturduğu uluslararası konjonktüre diğer taraftan da başta Arnavut ve Arap unsurlar olmak üzere Müslüman unsurların da devletten kopuş sürecine bir tepki hareketi olarak uluslararası konum ile iç siyasi kültür arasında tutarlı bir bütünlük oluşturmaya çalışıyordu. Rus devriminin ortaya çıkardığı konjonktür Balkan-eksenli milliyetçilik hareketlerine Orta Asya eksenli Turancılık boyutunun da katılması ile yakın tarihimizin ana akımlarından birinin temel özellikleri ortaya çıkmaya başladı. Güçlü devlet motifi ile bezenmiş iç bütünlük ve uluslararası etkinlik anlayışı İttihat-Terakki döneminden bu yana değişik renkler kazanmış olmakla birlikte süregelmiş milliyetçilik akımının ana özellikleri oldu.

Soğuk savaş sonrası dönem bu akımın yükselişini sağlayacak iki temel etkiyi de beraberinde getirdi: Bu dönemde hız kazanan mikromilliyetçilik hareketlerinin iç bütünlük üzerindeki etkileri ve SSCB''nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan yeni uluslararası konjonktür. PKK faktörü akımın iç siyasi kültür ile ilgili boyutlarını tepkisel bir ivme ile desteklerken bağımsızlıklarını kazanan Türki Cumhuriyetler uluslararası konumun yeni ufkunu oluşturuyordu. Bu yüzyılın başında yükselen akımın iki temel sütunu böylece ortaya çıkmış oldu. PKK''ya verdiği destek dolayısıyla yükselen anti-Batı (özellikle anti-Avrupa) söylem ile iç siyasi bütünlük alanı arasında kurulan irtibat bu akımın kitlesel tepkileri toplamasına zemin hazırladı. Son seçimlerde gerek tarihi-dini süreklilik unsurları ile zıtlaşmayan bir milliyetçilik anlayışını benimseyen MHP''nin gerekse Batıcılık ekseni ile tutarlı bir ulusçuluk modeli geliştirmeye çalışan DSP''nin yükselişe geçmesi bu konjonktürün sonucunda ortaya çıktı.

Yükseliş ve düşüş trendi

Osmanlı Devleti''nde 19. yüzyıldan 20. yüzyıla aktarılan temel siyasi/kültürel akımlar soğuk savaş sonrası dönemin dinamik şartlarında kapsamlı bir tarihi yüzleşme ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti''nin 20. yüzyıldaki son on yılında da değişik formlarda ama süreklilik içinde yeniden ortaya çıktı. Değişik dönemlerde birbirleri ile yeni sentez alanları da kuran bu akımların uluslararası ilişkilerdeki radikal değişimle birlikte ani sıçramalarla tekrar gündeme gelmesi iç siyasi kültür ile uluslararası konum arasındaki tutarlılığı doğrudan etkileyen sonuçlar doğurmuştur.

Türkiye bu yeni dinamik konjonktürde yeni eksen arayışlarına yöneldikçe, tarihi temele sahip bu akımlar biraz da hazırlıksız bir şekilde seri hamlelerle devreye girdiler. Bu durum iç siyasi kültür ile uluslararası konum arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama iddiasındaki bu akımların ciddi tutarsızlıklara ve tavır değişmelerine yönelmesine de yol açtı. Özal''ın yeni-Osmanlıcı çizgisi teorik hazırlıksızlık ve pragmatik tavır ile jurnalistik bir düzeyde kalırken, siyasi platforma anti-Batı söylem ile giren Refah Partisi gelen tepkiler sonucunda Batı''nın bir versiyonunu esas alan bir söylemi benimseme zorunluluğunu hissetti. Bir gerilim ortamının ürünü olan 28 şubat süreci ise Batıcılığı tarih ve metafizikten kopan dogmatik 18. yüzyıl pozitivizmine indirgeyince hem Batı''daki yeni gelişmelerin dışında kalarak Batı''ya rağmen Batıcı bir nitelik kazandı, hem de iç siyasi kültürde gerçekleştirmeye çalıştığı kopuş çizgisi ile yüzde birden az bir toplumsal desteğe sahip marjinal bir sol parti ile özdeşleşme açmazı ile karşı karşıya kaldı. CHP''nin son seçimlerde yaşadığı bozgun biraz da bu süreç ile en doğrudan irtibatlandırılan büyük ölçekli siyasi parti kimliğini barındırmış olmasındandır. DSP''nin çizdiği daha esnek ve tarihi süreklilik unsurlarına daha saygılı tavır arayışı bu partinin bu süreçten ayrı değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur.

Son seçimlerle yükselen milliyetçi temayül de bu ani sıçramanın doğurabileceği problemlerle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Özellikle MHP''nin benimseyeceği tavır sadece yakın tarihimizin önemli akımlarından birinin tarihi seyrini etkilemekle kalmayacak, Türkiye''nin gelecekteki konumu ile ilgili bazı temel unsurların tebarüz etmesi sonucunu da doğuracaktır. Osmanlı Devleti''nin son döneminde yaşanan tecrübeler bu açıdan dikkatle değerlendirilmek zorundadır.

Partilerin bu yeni konjonktür içindeki konumlarını ve siyasi tablonun görünen yönünü bir başka çalışmada ele almak üzere diyebiliriz ki, soğuk savaş döneminin bittiği 1989 yılından bu yana yapılan seçimlerde merkez sağın sürekli bir oy düşüşü yaşaması, solun parlamentoya yansıyan payının yüzde kırklardan yüzde yirmilere inmesi, buna mukabil RP-FP ve MHP çizgilerinde kayışlar göstermekle birlikte tarihi referansı güçlü siyasi akımlarda sürekli bir artış temayülünün gözlenmesi ve HADEP faktörü, stratejik kimlik ve zihniyet oluşumu ile ilgili önemli bir gösterge olarak değerlendirilmelidir. Toplumumuz Soğuk Savaş sonrası dönemin getirdiği yeni konjonktürde tarihi süreklilik unsurlarını barındıran iddialı bir siyasi söylem ve kimlik arayışı içindedir. Sol hareketler bir tür kimliksizleşme ve kopuşu, merkez sağ da bireysel çıkar çatışmalarını esas alan bir politika takip ettiği için sürekli bir düşüş yaşamışlardır. Ancak iddialı bir kimlik ve siyasi söylemin cazibesi ancak ve ancak iyi yetişmiş insan unsuru ve rasyonel bir programla uluslararası ilişkilerde risksiz bir alan bulabilir. Rasyonel bir zihniyet ve stratejik bir planlama anlayışından yoksun iddialı söylemlerin Osmanlı Devleti''nin son döneminde yol açtığı riskler unutulmamalıdır.

25 yıl önce
Yakın tarihimizin ana akımları ve SEÇİM SONUÇLARI
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’