Tutku mu, çile mi?

00:0020/05/2007, Pazar
G: 28/08/2019, Çarşamba
Dücane Cündioğlu

Dünkü yazımızda “tutku mu, sorumluluk mu?” şeklinde zorlayıcı bir dilemma arasında kalmış kimselerin bazen tutkularının, bazense sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyi tercih ettiklerinden bahisle bazı örnekler vermiş ve fakat tercihleri mümkün kılan sebepleri irdeleme imkânı bulamamıştık.Önce tutku''yu, tutkunun mahiyetini soruşturmakla işe başlayalım. Belki böylelikle ''tutku'' ile ''sorumluluk'' arasında tercih yapanların içinde bulundukları zorlukları anlamak imkânı bulabiliriz.Ne var ki

Dünkü yazımızda “tutku mu, sorumluluk mu?” şeklinde zorlayıcı bir dilemma arasında kalmış kimselerin bazen tutkularının, bazense sorumluluklarının gereğini yerine getirmeyi tercih ettiklerinden bahisle bazı örnekler vermiş ve fakat tercihleri mümkün kılan sebepleri irdeleme imkânı bulamamıştık.

Önce tutku''yu, tutkunun mahiyetini soruşturmakla işe başlayalım. Belki böylelikle ''tutku'' ile ''sorumluluk'' arasında tercih yapanların içinde bulundukları zorlukları anlamak imkânı bulabiliriz.

Ne var ki gerek tazeliği (yeniliği) itibariyle, gerekse ehlince bir terim olarak kullanılmamış, en nihayet bir ıstılah haysiyeti kazanamamış olması sebebiyle ''tutku'' sözcüğünün ilk bakışta geniş bir tahlile el vermediği düşünülebilir.

Acaba gerçekten de öyle mi?

Bilmiyoruz; deneyip göreceğiz.

Sözcüğün ''tutmak''tan geldiği ve ilk bakışta ''tutmayı istemek'' anlamı taşıdığı malûm. Nitekim Türkçe''de bir kimsenin “tutkulu veya tutkun olması”ndan söz açıldığında, kişinin bir şeye karşı aşırı düşkünlüğü kastedilir. Bir iptilâ hâlidir tutku. Tutkun, yani düşkün, yani müptelâ. Bir tür tiryaki.

Tutku veya düşkünlüğün bir aşırılık, bir ifrat hâli olduğunu sanırım tartışmaya bile gerek yok. Çünkü itidal noktasının zıdları olmaları itibariyle ifrat ve tefrit birer rezilettir; itidalin kendisiyse bir fazilet. [İtidal noktasını, bir dairenin merkez noktası kabul eder ve merkezden çembere (muhit-i daireye) sonsuz sayıda doğru çizilebileceğini farz edersek, itidalin sonsuz sayıda zıddı olabileceğini kabul edebiliriz. Bu bakımdan ifrat ve tefrit hâllerinin muayyen bir sayısı yoktur. Gerçi Nasıruddin Tûsî, itidalin birden fazla zıddı olamayacağını söylemişse de bu yoruma, gerçekte tezadd-ı hakikî ve tezadd-ı meşhurî olmak üzere iki tezad türü bulunduğu söylenerek itiraz edilmiş ve bu bağlamda itidalin zıdlarının hakikî değil, meşhurî olduğu belirtilmiştir ki bu tevcih-i itibarî tercihe şayan görünmektedir.]

Hâl böyle olunca, tutku ve/veya düşkünlük de birer rezilet olmaktadır. Lâkin biz yine de her ifratın birer rezilet değeri taşıdığını kabul etmiyoruz; zira bilmeye tukunluk veya düşkünlük de ifrattır ama işbu aşırılık rezilet değil, aksine fazilettir. Keza memleket müdafaasında da gösterilecek aşırılık (yiğitlik), bir rezilet olarak görülmez; bilâkis ''kahramanlık'' olarak adlandırılır.

Demek oluyor ki aşırılığı fazilet olmaktan çıkaran ve/veya onu bir rezilet hâline dünüştüren şey sadece itidal noktasının ötesine geçilmesi değildir. Aşırılığın konusu ve sebebi de önemlidir.

Bazı âlimlerimiz, reziletin, gerçekte bedenî yetilerin (kuvve-i şeheviye ile kuvve-i gazabiye''nin) kullanımında aşırılığa düşülmesinden kaynaklandığına işaret etmişlerdir. Bu bakımdan maddî (bedenî) nesneleri elde etmeye düşkün olanlara “hırslı, ihtiraslı” denirken, manevî şeylere düşkün olanlara “azimli, gayretli” denir. Hâsılı, insanın çabalarındaki aşırılık, çabalarının konusu ve sebebiyle, yani çabanın amacıyla birlikte değerlendirilir.

Batı dillerinde ''tutku'' için kullanılan sözcük ''passion''dur. Fakat passion''un tek karşılığı bu değildir; sözcük ''ızdırap, çile'' mânâsı da taşır. Nitekim Mel Gibson''ın yönettiği ''The Passion of Christ'', Türkçe''ye yanlış olarak ''Tutku: Hz. İsa'' diye çevrilmiştir. Oysa kastedilen Hz. İsa''nın çilesiydi, ızdırabıydı; tutkusu değil.

Buna mukabil Descartes''ın ünlü kitabının adı —ki Türkçe''ye yine yanlış olarak ''Ruhun İhtirasları'' adıyla çevrilmiştir— ''Les Passions de l''Ame''dır. Keza Klaus Hammacher tarafından yapılan Almanca çevirinin adı da günlük dildeki kullanımları itibariyle yanlış anlamalara müsaittir: ''Die Leidenschaften der Seele''.

Sorun: passion''un hem tutku, hırs, ihtiras, coşku, heyecan, hem de çile, ızdırap anlamı taşıması değil, nasıl olup da kelimenin her iki anlama gelebiliyor oluşu.

Bu ikilemden kurtulabilmek için bilgi toprağımızı daha derine doğru kazmamız gerekiyor; her defasında daha derine.

Peki sonuçta ne bulacağız? İşe yarar bir şey bulabilecek miyiz?

Bilmiyoruz, deneyip göreceğiz, yani düğümü çözmeyeceğiz, çözümleyeceğiz.

Ey talib, ah bir bilsen, çözülmüş muammalar (ikna olunmuş cevaplar) yerine, çözümlenmiş düğümlere (sahici sorulara) ne de ihtiyacımız var!