|
Zamane dervişi

Zaman zaman gündeme gelen iki konu var ki, fena halde canımı sıkıyor. Bozuk bir Türkçe’yle konuşanları dinlerken kulaklarım rahatsız oluyor. Keza, üslup derbederi ve imla yanlışlarıyla dolu yazıları okurken de gözlerim rencide oluyor. Halbuki güzel sözler ve ahenkli sesler dinlettirmek suretiyle kulaklarımıza ikramda bulunmak üzerimize vecibe olduğu gibi, imbikten geçirilmiş metinleri okuyarak gözlerimizi zinetlendirmek de asli görevlerimiziden biridir.

Bilmem ki, önce kulaktan mı başlayayım yoksa “göz”ü mü öne alayım? Ne fark eder, dediğinizi duyar gibi olduğum için hemen tereddüdü bırakıyor, kulakla ilgili söyleyeceklerime kulak vermenizi rica ediyorum.

Mekânı cennet olsun üstad Necip Fazıl, “Ben konuşmaktan değil, dinlemekten yorulurum” derdi. Tabii ki bu sözü, sokak diliyle konuşanları kastederek sarf ederdi. Kendimi böyle bir söz sultanıyla kıyaslamaktan teeddüp etmekle beraber birkaç cümle söylemek istiyorum. Ne yalan söyleyeyim, ben de ıkına sıkına konuşanları, daha doğrusu konuşamayanları, mebzul miktarda telaffuz hataları yapanları, uzun heceleri kısa, kısa heceleri uzun söyleyenleri ve daha bir hayli “hâyide” kelime kullananları dinledikçe yahut dinlemek zorunda kaldıkça – ki bu da ayrı bir işkencedir – kulak azabı yaşıyorum.

Esefle ifade edeyim ki, güzel Türkçe’mizi çirkinleştirenlere, böylece –belki de farkında olmayarak- okuyucularını ve dinleyicilerini zora sokanlara; dil terbiyesine, kalem haysiyetine yeteri kadar önem vermeleri, bu konuda hassasiyet göstermeleri gereken kimseler arasında da çok hem de çok rastlıyoruz. Yazılı ve sözlü medyada bu türlü yanlışlıklara, cehalet örneklerine sık sık rastladığımız gibi, dili bozuk kitapların (estağfirullah) yapıtların sayısı da büyük bir yekûn tutuyor.

Geçen akşam ATV’de “Diriliş Osman” dizisini seyrederken böyle birkaç yanlış telaffuz duydum. Mesela, dizi baş oyuncusu, bir ara, “Kayı Obası’na kimse tasallut olamaz” dedi. Bu yanlış bir söyleyişti. Ya “Kayı Obası’na kimse tasallutta bulunamaz” veya “Kayı Obası’na kimse musallat olamaz” diye söylenmiş olsaydı, ifade doğru olurdu. Yine aynı kanalda uzun zamandır devam eden vurdulu kırdılı bir dizi de, yanlış olarak “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz” başlığını taşıyor. Bunun doğru ifadesi “Eşkıya Dünyaya Hükümran Olmaz”dır.

Ekranları istila eden; gazetelerde, dergilerde, kitaplarda bol miktarda görülen böyle hatalı ifadelerin sayısı o kadar fazla ki, bunların sadece birkaç aylık dökümünü yapmak için bile koca bir “Yanlışnâme” kaleme almak gerekir. Ne dersiniz, hazır başlamışken birkaç örnek daha vereyim mi?

Erbab-ı kalem zannettiğimiz bazı diplomalılar bile “sesdeş” kelimeleri sık sık birbirine karıştırıyorlar. Mesela “Müsahib”e “muhasib” diyerek sohbet ehli kimseyi muhasebeci yapıyorlar. “Türk Mizahçıları” isimli kitapta şöyle bir cümleyle karşılaşmıştım: “Cevher Ağa Abdülhamid’in baş muhasibiydi” Hayır, müsahibiydi. Ne yazık ki bu sıfat rahmetlinin idamına sebep oldu. Öyle ya, Cevher Ağa padişahın baş müsahibi olduğuna göre – tabii ki – bütün jurnaller onun elinden geçiyordu. Bunların içinde bazı İttihatçı kodamanların jurnalleri de vardı. İşte bundan dolayı İttihat Terakki Komitesi Abdülhamid’i tahtından indirince, foyaları meydana çıkmasın diye, ilk iş olarak hükümdarın müsahibi Cevher Ağa’yı Galata Köprüsü’nde astılar. Unutmadan söyleyeyim, sadece Sultan Abdülhamid Han’ın değil, bütün Osmanlı padişahlarının can yoldaşı olarak birer müsahibi vardı. Mesela huzuruna çıkan her vezirin can korkusuna kapıldığı Yavuz Sultan Selim’in müsahibi Hasan Can’dı. Mukaddes öfkesiyle meşhur olan Yavuz padişah, Hasan Can’ın canlara can katan sohbetlerinden çok hoşlanıyordu.

Sadede gelelim. Hafriyat ile harfiyat, teşrif ile tefrişi, muhabere ile muharebeyi, hazine ile hazireyi, delalet ile dalaleti, aralarında ses benzerliği olduğu için sık sık birbirine karıştırıyoruz. Son örnek, Fuzuli’nin harika bir beytini aklıma getirdi. Hiçbir zaman fuzuli söz söylemeyen Fuzuli diyor ki:

Ben aklımdan isterim delâlet

Aklım bana gösterir dalâlet

Şimdi, bu beyti okuduktan sonra hiç akıl, insanı dalâlete sevk eder mi diye Fuzuli’ye kafa tutmaya kalkışırsanız ben de sizin aklınızdan şüphe etmeye başlarım. Hazret, başka bir şey söylüyor. Ne söylediğini doğru anlamak için iyi dinlemek gerekiyor.

Bir de kelimeleri yerli yerinde kullanmadığımız için çirkin ifade tarzları ortaya çıkıyor. Geçen gün bir televizyon sunucusu, programımıza bir sürü profesör katılacak diyor, koca koca akademisyenleri “sürü”ye katıyordu.

Sözü, yazımın başlığına getireceğim için daha fazla örnek vermek istemiyorum.

Perşembe günü, Sabah gazetesinde karşılaştığım yarım sayfalık bir ilan beni şaşırttı. İlan şöyle: “Zamâne Dervişi Mim Kemal Öke’nin kaleminden bir Turgut Reis Hikâyesi” Buradaki “zamâne” kelimesi küçümseme, hafife alma mânâsına geldiği için böyle bir ilanda kullanılması yanlıştır. “Zamanımızın dervişi” denseydi, daha doğru olurdu. Mim Kemal Öke’yi ben lise yıllarından beri tanırım. Çalışkan, ilim irfan sahibi bir dostumuzdur. Zamâneye uygun hareket edenlerden değildir.

“Zamâne” kelimesine, Ârif Nihat Asya merhumdan bir misal vererek bahsi kapatayım:

Yüzüne çarpmak gerek, zamânenin fendini

Göster; kabaran sular nasıl yıkar bendini?

Küçük görme, hor görme delikanlım kendini

#Derviş
#Fuzuli
#Zaman
4 yıl önce
Zamane dervişi
Ekonomik kalkınmada nitelikli işgücünün rolü
Cumhurbaşkanlığı Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’nin kamu personeline yansıması (2)
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…(3)
Devletsizlik ve ulussuzluk
Yasa ve toplumsal meşruiyet: 28 Şubat