Renata Saleci’nin “Kaygı Üzerine” (Metis Yayınları, Çev. B. E. Aksoy, 2004) kitabını bitirdiğimde, “Aydınlanma, korkuya çözüm bulmak yerine aslında korkuyu radikalleştirmiştir” (s.140) ifadesi kulağımda çınlıyordu. Gerçekten de öyleydi, korku ve kaygının cehaletten ve bilinemezden kaynaklandığını sanan Aydınlanma düşünürleri, insan bilgisiyle doğaya hâkim oldukça ve dizginleri eline aldıkça yersiz korku ve kaygılardan kurtulacağını ileri sürüyorlardı oysa tam tersi bir durum ortaya çıktı. Modern
Renata Saleci’nin “Kaygı Üzerine” (Metis Yayınları, Çev. B. E. Aksoy, 2004) kitabını bitirdiğimde, “Aydınlanma, korkuya çözüm bulmak yerine aslında korkuyu radikalleştirmiştir” (s.140) ifadesi kulağımda çınlıyordu. Gerçekten de öyleydi, korku ve kaygının cehaletten ve bilinemezden kaynaklandığını sanan Aydınlanma düşünürleri, insan bilgisiyle doğaya hâkim oldukça ve dizginleri eline aldıkça yersiz korku ve kaygılardan kurtulacağını ileri sürüyorlardı oysa tam tersi bir durum ortaya çıktı. Modern zamanların en büyük hayal kırıklıklarından birisi duygu alanından geldi. Bunun üzerine insanın haleti ruhiyesinden, özellikle duygulardan konuşmak niyetiyle yazının başına oturdum. Ama insanların haleti ruhiyelerine, duygularına bakarak ilerleyen biz meslek erbabı için dahi bu pek kolay değil. Tam olarak duygulardan bahsedebilmek için aradaki birçok maniyi kaldırmak gerekiyor. Kaygıyla başladık, oradan devam edelim.
Sevgili Peygamberimiz’in (sav) kendisine vahyedilen Yüce Kitabımıza dayanarak insanı “kaygı ve ümit (havf ve reca) arasında” olarak tanımlaması başlı başına bir varoluş manifestosu olarak önümüzde duruyor. Okuduğum günden beri İbni Hazm’ın (994-1054) kaygıyla ilgili şu sözleri ise hiç aklımdan çıkmıyor, her fırsatta meslektaşlarıma aktarmaya çalışıyorum: “İstisnasız bütün insanların güzel bulup peşinden koştuğu tek hedefin ne olduğunu araştırdım ve bunun bir tek şey olduğunu gördüm: Kaygı ve korkudan kurtulma... Dünya var olalı beri kaygıyı iyi sayan ve ondan kurtulmak istemeyen bir tek kişi bile yoktur. İşte bu değerli bilgi tam olarak zihnime yerleştiği, bu ilginç sır çözülüp aydınlandığı ve Yüce Allah bu büyük hazineyi düşüncemde açığa çıkardığı vakit, tasadan kurtulmanın gerçek yolunun ne olduğunu araştırmaya başladım. Âlimiyle cahiliyle, iyisiyle kötüsüyle bütün insanların üzerinde ittifak ettikleri bu hedefe ulaşmanın yolunun ahiret kurtuluşu için gerekli amelleri işlemek suretiyle Allah’a yönelmekten başka bir şey olmadığını anladım” (“Ahlak ve Davranış Tarzları, Nefislerdeki Ahlaki Hastalıkların Tedavisi” Çev. Mustafa Çağrıcı)…
İbni Hazm, bunları söylediğinde, bugün psikolojik bilimlerde kullandığımız “anksiyete” kavramının anlamını borçlu olduğumuz Kierkegaard’ın düşüncesini geliştirmesi için daha yüz yıllar vardı. İnsan için “yek katre-i hunest, hezar endişe” yani “İnsan, bir damla kan ve sayısız kaygıdır” sözünün sahibi Sadi Şirazi (1193-1292), “Kaygı sahip olduğumuz bir şey değil, olduğumuz bir şey” diyen Kurt Goldstein’dan yüzyıllar önce çoktan endişenin ontolojik niteliğini kavramıştı. Bunlar yani kaygı ve endişenin önemiyle ilgili ciddi bir teolojik ve edebi mirasımız olduğu doğru lakin “kaygı” kavramının bilimsel ifadesine karşılık gelen “anksiyete” kavramının bugünkü kullanılışını, Kierkegaard’ın felsefi dehasına borçluyuz.
Kierkegaard’ın “somut bir şeyden korku” ile “özgürlüğün baş dönmesi” diye tanımladığı “hiçliğin büyük kaygısı” (anksiyete) arasında yaptığı ayrım, sonradan varoluşçu felsefenin hem psikolojik bilimlerdeki bakışın temel taşı olacak muhteşem keşifti. Ama kaygı ile korku arasında ayrım yapıldı diye tüm sorunlar ortadan kaldırılmış olmadı. İnsanın duygusal alanıyla ilgili bilimsel bir çalışma yapmak, her zaman güçlüğünü korudu. Güçlüklerden birisi, dil ile ilgili.
Biz bir dilde tasfiye hareketine maruz kaldık. Sözüm ona öze döneceğiz derken dilin ana kaynağı olan gelenekle, tarihle bağının acımadan sökülüp atıldı. Birçok hal ve durum için benzeri misaller verilebilir ama konumuzla bağlantılı olduğu için geçenlerde internette dolanan tarihçi Halil İnalcık Hoca’ya atfedilen bir sözden bahsedeyim. Hoca, “stres” kelimesinin olur olmaz yerde kullanımına isyan ediyor ve şunları söylüyordu: “Bin kelimeyle iktifa edersek zihni melekelerimiz dumura uğrar. Herkesin ağzında bir stres. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melal mi, enduh mu, hüzün mü, hüsran mı, hicran mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi? Söyle hangisi?’’
Dilde tasfiyeciliğin yol açtığı hasarları tanıyalım, onarmaya çalışalım, kızalım, üzülelim ama şunu da bilelim modern psikolojik bilimlerde anlam zenginliğini tek bir kelimeye indirgeyerek yok etme girişimi her dil için söz konusu. Bugün “kaygı” dediğimizde Batı dillerinde de birçok durumu aynı anda kast ediyoruz. Mesela insan varlığının temeli olan kaygı (care) ve onun küçük zaman dilimlerinde kendini hissettirmesi olan endişe (dread) ile, bir kişiyi, bir şeyi umursama (concern), temel kaygının gündelik biçimlenmesi olan dertlenme (solicitude), bir sorun tarafından boğulma, tasalanma (worry), bunların hepsi de “anksiyete” kavramının muhtevasına dâhil. Her derdi, tasayı “anksiyete” bohçasının içine atıverdik…