|
Şu yaptığınıza bakın!

Evimize geldik; öyle güzel buyur ettiniz, kardeşliğimizin sıcaklığını öyle iyi hissettirdiniz ki, çok teşekkür ederim her birinize. "Psikoloji, felsefe, ilahiyat ve siyasetten mürekkep bir alaşıma serpiştirilmiş edebiyat" diye tarif ettiğim denemelerle karşınızda olmak niyetimi bildirdiğimde, dostlarımın önemli bir kısmı, tamamen iyi niyetle, "Boş ver siyaseti" diye kulağıma fısıldadılar. Onların fısıltılarını hafızamın unutulması imkansız güzide bir köşesine yerleştirdim. Artık gerilim üreten yazılardansa hayatlarını zenginleştirecek ufuk açıcı düşünceler istediklerini anladım. Yapabilir miyim bilmiyorum ama mesajı aldım. Gelgelelim, sanki beni bekliyormuşçasına, eve gelmemle birlikte, "büyük ev"imizde, ülkemiz Türkiye"de, siyaset arenasında öyle olaylar oldu ki…

Marmaray gibi hepimizin şöyle ya da böyle emeği bulunduğunu söyleyebileceğimiz büyük bir proje, kuvveden fiile geçmiş, kıtalararasını dört dakikaya indirmişken, ortak gururumuzu "ti"ye almak isteyenleri gördüğümde ne yazayım? Bir insanın, bir grubun içinden doğduğu, hani nasıl derler, bağrında büyüdüğü, ekmeğini yiyip suyunu içtiği, diliyle dillendiği kendi toplumuna karşı böylesine haset hisleriyle dolmasıyla ilgilenmeyeyim mi?

"Türkiye"nin sivil bir direnişe, sivil bir demokratik isyana ihtiyacı vardır." Bir süreden beri buna benzer sözler söyleyip duran parti görevlisi, Sarıgül"ü almaya gittiği görüşmeden sonra, devrim teorisini (!) bir adım daha geliştirip "Bir sivil ihtilali başlatma zorunluluğu vardır. Türkiye"nin demokratik depreme ihtiyacı var. Bu ancak sivil başkaldırıyla, demokratik isyanla gerçekleşir. Bu demokratik isyanı, sivil silkinişi gerçekleştirmek sosyal tabakaların görevidir" derken ben insan ilişkilerinin ılıman denizlerinin kumsallarında güneş nöbetine mi durayım? "Evet, İsyan" başlıklı müthiş bir şiirden, "sivil itaatsizlik" denilen, pasif, barışçı, hukuka, başkalarına saygılı eylemlerden haberimiz var ama bu sizin "isyan" ne manaya geliyor? "Bir kamusal alan olan belediye binasında, hiç olmayacak bir yerde, isyan ateşinden, depreminden bahsederek, içinizdeki yangını, tüm sismografların aylardır haber verdiği zelzelenizi örtbas etmek mi istiyorsunuz hemşehrim?" diye sormayayım mı?

31 Ekim; evimize geldiğimiz gün, milletin evi Meclis"e de gün doğdu. Demokrasimizin en büyük ayıplarından birisi olan başörtüsü yasağında bir gedik daha açıldı. Milletin nefes borusundaki bir tıkaç daha kalktı, nefesimiz ferahladı. Irmağın normal akışına ulaşması, suyun gerçek debisine kavuşması gibi bir durumdu bu aslında, ilave bir söze ihtiyaç yoktu. Lakin başörtülülerin geçmişte yaşadıkları sıkıntılardaki paylarını sorgulamayan, özeleştiriyi aklından bile geçirmeyen kimileri, ırmaktaki debi artışını sel baskını tehlikesi sanıp paniğe kapıldılar. Meclis"in gündemi, bu "yeni" durum dolayısıyla alınan sözlerle doldu.

Partileri adına kadın milletvekillerinin söz almalarından ve onların kadın dayanışmasını vurgulayan, özgüvenli konuşmalarından ziyadesiyle memnunum. Sağ olsunlar, kadın elinin değdiği her yer gibi siyaseti de güzelleştireceğine olan inancımı pekiştirdiler. Oturumun salimen sonuçlanmasına katkıda bulunan herkese müteşekkiriz. Ama gözümüze diken gibi batan hususlar da olmadı değil.

Başörtüsü konusunda CHP"li konuşmacıların nutuklarındaki "had bildirme" tonunu ve imasını hiç beğenmedim. Özgürlüklere saygı, kayıtsız şartsızdır, ayrıca kem küm gerektirmez. "Veriyoruz ama siz de kimseye baskı yapmayın" mealinde sözler sarf etmek, "Bu hanıma haddini bildirin!" demenin başka bir şeklidir. Milleti ebedi öğrenci, kendilerini ebedi öğretmen sanma hastalığının yineleyip duran bir belirtisidir. "Bugün mü hidayete erdiniz" diyerek dini de, kadın özgürlüğünü de anlamayan kötü-ünlü başyazarla aynı kumaştan imal edilmiş olmanın ispatıdır. Elbette size de, bize emanet ettiğiniz insanlara da her zaman saygı gösteririz ama bu alaycı tutumlarınız, sizi zalim Esad"la yan yana gördüğümüz fotoları daha çok gözümüzün önüne getirmekten başka işe yaramaz.

Sonuç olarak normalleşme sürecimizin bu noktasında, Meclis"e isteyen kadın milletvekillerimizin başörtüleriyle girebilmeleri, ne olursa olsun, fevkalade güzeldi. Bu güzelliğin zuhuratını izlerken gördüklerimi anlatmadan nasıl durayım? Çarenin siyasette olduğunu, siyasi arenada şiddete, nefret söylemine başvurmadan dilediğimizi söyleyebilmemiz icap ettiğini; bugünkü hamlıklardan, acemiliklerden ürkmeden yolumuza devam etmemiz gerektiğini belirtmeden nasıl edeyim?

Tamam anlaştık; cazgırlık, çığırtkanlık yapmayayım ama arada bir siyasi tavır almak, benim de vatandaşlık hakkım olarak baki kalsın. "Şu yaptığınıza bakın!" diye haykırabileyim hak edenlere, olmaz mı dostlar?

10 yıl önce
Şu yaptığınıza bakın!
Reis’i tanıdığım o günlerden bugünlere…
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü