O utanç verici, gören herkesin ‘buna niçin engel olamadık’ diyerek insanlığından utanmasını gerektiren duvarı ardımızda bırakarak, neredeyse akşamın bitip gecenin başladığı saatlerde girdik Kudüs’e. Dolayısıyla Mescid-i Aksa ile buluşmak sabah namazına kaldı.
Sağımdan solumdan insanlar akıyor. Geziye birlikte gittiğimiz heyet de dâhil olmak üzere hemen herkes o karanlığın içerisinde ‘anı’ fotoğraflama derdinde. Hayır. Kimseyi eleştirecek değilim. Burada, bu mukaddes beldenin tam ortasında dünyanın eleştirilmeyi en çok hak eden insanı benim o dakika. Aciz, bütün adımları kusurlu…
Burada ağlamam mı gerekiyordu? Evet. Ve hayır. Burada direnmem mi gerekiyordu? Evet. Ve hayır. İşte ezan, işte kamet, işte farz, işte secde, işte ikinci rükûdan sonra edilen dua…
Ve işte tüm bu anların arasında ‘galiba birinin telefonu çalıyor’ diye düşündüğüm sesler. ‘Galiba pek çok insanın telefonu aynı melodiye ayarlanmış’ dediğim sesler. Mescidin her yanından… Önce kanat, ardından kuş ötüşü sesleri.
Başımı kaldırıyorum sonra. Bir ‘şey’, hızla geçip gidiyor gözümün önünden. Sonra bir ‘şey’ daha… Kuş bunlar. Kırlangıç. Aksa’nın kırlangıçları. Tavanda karşılıklı duran süslü ağaç kolonların birinden diğerine, gözünüzü açıp kapatana kadar geçebilen kırlangıçlar. Takip etmekte zorlanacağınız kadar hızlılar. Bir an ordalar ve bir an yoklar. Şarkıları var sadece. Kulak verip duymak isterseniz…
Namaz bitiyor. Birden davudi bir ses dolduruyor Aksa’yı: ‘Lebbu li Gazze’ diyor. Yani ‘Gazze’ye cevap verin.’ Tam o anda, inkar edilemez olan gerçeği; yani hakikati apaçık anlıyorum. Kırlangıçlar niçin geliyorsa ve niçin söylüyorlarsa şarkılarını; biz de tam onun için gelmişiz Aksa’ya ve onun için söylüyoruz şarkımızı. Aksa özgür olana dek, dünyanın dört bir yanından milyonlarca kırlangıç gelecek buraya. Tıpkı kırlangıçlar gibi birimiz bir an oradayken kayboluverecek; ama hemen bir başkamız konuverecek pervazlara. Hiç yalnız bırakmayacağız onları. Hem de hiç.
Madem kartal olamıyoruz; ebabil değiliz madem; en azından kırlangıç olarak kırlangıçlığımızın hakkını verecek ve söyleyeceğiz şarkımızı: ‘Seyfe yebka huna keyyezulel elem / buradayız, burada olacağız tüm acılar bitene dek...’
Çünkü; sizin Müslümanlardan olduğunuzu anlayan o adam boynunuza sarıldığında bir çeşit ‘bereket’ dolduracak ortalığı ve ‘lebbu li Gazze’ diye bağıran o ses daha yüksek, daha da yüksek çıkacak.
Nuri Pakdil ve Kudüs. Birbirinden ayırt edemiyoruz, ayıramıyoruz ikisini de… Ve ne güzel… İkisi de birbirlerini hiç görmeden sevmişler.
Sarıldı Kudüs Nuri Bey'e. Hiç bırakmak istemedi. Sarıldı Nuri Bey Kudüs’e. Hiç bırakmak istemedi. ‘Annem, Halep’te okumuş liseyi. Ana dili gibi konuşurdu Arapça'yı’ diye şevkle anlattı tüm Kudüslü kardeşlerine. Durmadan notlar aldı. Saati saatine nerde olduğunu geçti kayda. ‘Sadaka’ diye gelenleri, onlara doğru uzattığı paranın ederinin ne olduğunu hiç hesaba katmaksızın memnun etti.
Ve dostlarını aradı mütemadiyen. ‘Şimdi sizi nereden arıyorum biliyor musunuz efendim’ diye sordu dostlarına. Sonra o hafif gülümsemesini takınıp ‘evet, Kudüs’teyim. Şu anda Hz. Musa’nın makamını ziyaret ettik’ diye anlattı hep.
Kudüs’ü görmek… Evet. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzel… Fakat Kudüs’ü, Nuri Pakdil ustanın gözlerinde, gözbebeklerinde görmek var ya… Hayır. Anlatamadım.
Bazen gıyaben tanıdığınız, gıyabında çokça sevdiğiniz birisini görüp tanıdığınızda hayal kırıklığına uğrarsınız. ‘Bu muymuş’ dersiniz. Bazen de o ismi gördüğünüz an, ‘işte bu adam, benim o sevdiğim, önemsediğim adamın ta kendisi’ cümlesini kurarsınız. Taha Kılınç, benim için tam da bu cümlenin kurulmasına vesile oldu. Kudüs’te birlikteydik. Sabah namazını müteakip Zeytin Dağı’ndan Son Yemek Kilise’sine, oradan Ağlama Duvarı'na ve eski şehire yürüdük. O yürüyüşün tüm detaylarını haftaya ‘sokakta’ yazımda okuyacaksınız inşallah. Zira ben size şimdilik o yürüyüşü değil, Taha’nın muhterem büyük dedesini, yani Molla Yusuf’u anlatacağım.
Molla Yusuf, Birinci Cihan Harbi ilan edilip de memlekete asker lazım olunca yayan yapıldak yollara düşmüş gencecik bir Osmanlı askeri. Mollalığı medreseden değil, eli kalem tutan bir adem olmasından kaynaklanıyor.