|
“Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim” kültürü

Küresel işgal toprakta değil gönülde savaştırıyor bizi. Lakin yeterince donanımlı değiliz. Aynı senaryodan kaçıncı oyun bu sahnelediğimiz, hep çocuk müsameresi kıvamında, sayısı belli değil. Mücadeleyi dosdoğru olma niyetiyle kendi nefsimizde vermeye devam ediyor kimilerimiz. Çünkü bilen biliyor, içimizde olan ile âlemde olan aynı gerçeğin tezahürleri.



Anadolu’da verdiği eserlerle İslam medeniyetine ruh üflemiş binlerce gönül sultanı var. Dün olduğu gibi bugün de canlı nefes. Zira velayet emini olmayı geçmişe hapsetmek imkânsız. Veli ismi kesintisiz olarak O’nun tecellilerini ifadeye devam ediyor.

Küresel proje örgütler veya radikal terör örgütleri din adına yakıp yıkarken mücahadesinde zafer kazanarak nefsini şehit etmiş (Müslüman etmiş) Hak dostları gönlümüzde yaktıkları çerağ ile bizleri her seferinde düştüğümüz yerden kaldırıyor.

“Benim ağır kalıbım baştan başa gönül kesildi. Her zerresi senin güneşinin ziyasından inci gibi parıldıyor. Birlik noktasında senin canın benim canımdır” diyen Mevlâna’nın asırlar öncesinde kalmış, sakallı sarıklı bir pamuk dede olduğu fikrine dayanan bir tahayyülümüz var. Oldubitti, giden gitti, şimdi kurak bir iklimdeyiz sanrısıyla tarihsel bir algının tuzağına düşüyoruz.

Evrensel insanın nefesi kesintisiz iletişimdir oysa!

Her dem canlı bir dilin içinden konuşur Hak erenler. Dün olduğu gibi, bugün de.

Üstelik sadece sevgi pıtırcığı misali pamuk dede değil, bir o kadar da demir dededirler. Celal ve cemali dengelemiş, bir’lemiş, tevhid etmişlerdir. Yunus gibi “ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinirim” diyerek övgü ve sövgüyü, acı ile tatlıyı, bela ile ikramı, kısaca atan el ile tutan eli bir görmüş, kaynağın bir olduğunu ispat etmişlerdir.

***

Kültürümüzü bugünün ruhuyla güncellemekten, geleneğimizin evrensel boyutlarını insanlığın bugününde diriltecek ifadelere büründürmekten bahsediyoruz hep. Tevhid gerçeğine suret kazandıran, biçim veren bir kültürden geliyoruz; çevreden mimariye, şiirden resme, müzikten yeme içmeye, bütün bir yaşantıyı güzel sanat haline getiren bir kültürden. Bunu içmek, içinden geçmek, yaşantı kültüründe canlandırmak gerekiyor.

Ama bunu zerre kadar bilmiyor, merak etmiyor, zevk etmiyoruz. Birikim, tecrübe, hayret, hayranlık olmayınca usül ve üslup oluşmuyor elbette. Bir toplumun mihenk taşını oluşturan maneviyat -ki dini ritüellerden bahsetmiyorum, iç dünyası diyelim- edep, üslup, usül erkân, etik, estetik ile kaimdir.

İnsanlığın anadilinde bize aşkı ve kendini bilmeyi öğreten bir hakikati heceliyoruz ve bu öylesine büyük bir zevk ki, insanı onurlandırıyor. Sonra daha söylerken biri çıkıyor sen şunlardansın, ben bunlardanım diye dava gütmeye başlıyor. Biri çıkıyor ideolojiye, diğeri cemaatlere, beriki hayat tarzına takılıyor. Perdeler iniyor. Sınırlar dikiliyor, kalp kararıyor, içinde lekeler, lekeler.

Oysa bu sosyolojik terimler de bölüyor algımızı. Etnik kimlikler, cinsiyetçilik, siyasi aidiyetler vs. Bizim hu kültüründe tek kimliğimiz var ezelden ebede: Hüve.

***

Bugünün kültürel diplomasi elçileri içinde yeşerdikleri kültürün iç sesini tabir etmek, kültürünü canlı tutmak, güncellemek durumundalar. Bugün maalesef adı Muhammed olan kişileri terörist olarak kodlayıp banka hesaplarına dahi el konulan ülkeler varsa, evet irfan kültürümüzün dilini konuşmak durumundalar.

Öven övülen / seven sevilen yek vücuddur ‘hu kültürü’nde. Muhammed (sav) kelimesi öven ve övülen anlamındadır. Hem özne hem nesne açısından anlamı var. Dünyada ilk kez Resulullah’a (sav) verilmiş bir isim olduğu belirtilir. Tamamlanmış insan çünkü. Seven ve sevileni kendi vücudunda toplamış, bir etmiş. En yüksek makamda. Özneyle nesne onun külli manasında aynı olmuş.

Bu nefsiyle üstün bir insan değil. Sizin gibi bir beşerim diyor. Ama bununla beraber “yokluğumla övünürüm” buyuruyor. Yani: Varlığın birliğine ulaşmış, Hakta (hakikatte erimiş, yok olmuş. Artık ondan imza atan Hak. O’nun gören gözü, işiten kulağı vs olmuştur.) Birey olmanın ötesinde, tam model bir insan. Hazret. Kul.

Denilir ki bu makama kadar geçilen merhalelerdir sair peygamberlerin hikmeti. O yüzden İslam hepsini kabul eder. Muhammed (sav) isminde hepsinin hikmeti mevcut İbn Arabi’ce söylersek. Her peygamber, zahirdeki kıssalarıyla Kuran’da yer alır. Batındaki anlamları ise Hz. Muhammed’i makamına ulaştıran mevkilerdir.

Hepsinin adı geçtiğinde selam veririz, ama Resulullah olunca eli kalbe götürür, bir’leriz. Çünkü salavat kişiyi kendi manasına yaklaştırır, kalbindeki sırla bütünler.

***

Yine bütün makamları kendinde cem eden insan-ı kâmilin (nefsini süluk ile Müslüman etmiş, miracını tamamlamış velayet ehlinin) Muhammedî makamda vücudu cami olmuştur der büyüklerimiz. Minare, nur inen vücuddan kinaye.

Bu yüzden Müslümanlar kiliseleri yıkmaz, camiye çevirir. İsevi makamdan, Muhammedî makama atlatır. Diğer inanç azizlerini de bağrına basarlar. Peygamberleri ve herkesi her zerreyi Hak bilmenin kim bilir daha kaç katman sırrı var.

İnsanlık; celal ve cemali, teşbih ve tenzihi bir’leyen Hak dostunun yansımasından çoğalıyor. Lütfi Filiz’in sözleriyle, “insanlık, tüm insanları bir insan (hazret-ül cem), yahut kendi (cem-ül cem) olarak görmek demektir.” Aya Sofya’nın gerçeğini bir de buradan tabir edelim.

Büyüklerimiz ne güzel der: Resulullah hakikatindeki ferdiyyet sırrının âlemlerdeki yansımasını idrak etmeye doğru; aslımıza dönme yolculuğumuz.

Kültürel diplomasiye bu tevhid kültürümüzün diliyle canlı terimler koyamadığımız sürece: Baskın olana benzeme çabalarıyla bugün olduğu gibi yarın da ancak Yunus Emre’yi, Dede Korkut’u, Âşık Veysel’i oratoryolarla anlatmaya mahkûm kalırız.

#Aya Sofya
#Lütfi Filiz
5 yıl önce
“Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim” kültürü
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler