20. asrın dünyâsıydı bu. Batı’da sınıfsal temelli siyâsal kavgalar, sosyal devlet siyâsetleriyle alabildiğine yumuşatılmış, sistem içi “medenî” bir rekabetin şartları sağlanmıştı. Siyâsal sistemler o kadar kusursuz işliyordu ki, Batılı kamuoyları siyâsetten uzaklaşmaya başlamışlardı. Hayâtın bürokratize ve rutinize olması, geniş güvence ağlarıyla donatılmış orta sınıflaşmalar
unsurlarıydı.
Konformist kamusallıklardı
bunlar. Sosyalist bloktaki hâkim bakış, siyâsal rekâbetin gerekmediği, bizâtihî olarak sosyalist devletin kapsayıcı gücü dâiresinde “toplumsal barışın” kendiliğinden sağlanacağı iddiasındaydı. Sosyalist kamuoyları siyâsetin dışında tutuluyor, kâhir ekseriyeti de çârnâçar bu durumu kabûl ediyordu.
Hâsılı depolitizasyon hem Batı hem de Doğu bloklarının ortak paydasıydı.
Yeni kurulan ulus devletler ise, kurtuluşa, istiklâle adanmış âteşin siyâsal mücâdeler başarıya ulaştıktan sonra yatışıyor, bu enerjiyi devletlerin öncülüğünde bir kalkınma sürecine tahvil etmenin derdine düşüyorlardı. Ama bu tahvilât işi bizatihî sorunluydu. İstiklâl için savaşmak yüksek tansiyonlu bir süreçti. İstiklâl savaşının liderlik kadroları, tâze uluslara verdikleri söylevlerde artık sıranın azimle ve disiplinli olarak çalışmaya geldiğine işâret ediyordu. Bu da ister istemez tansiyonun düşmesi mânâsına geliyordu.
Savaş meydanlarındaki enerjinin ne kadarı tarlalara ve fabrikalara aktarılabilirdi ki?
Hâsılı, devlet aklının yürürlükte olduğu, değişik sâiklere dayalı, değişik şekillerde de olsa siyâsetin ateşinin düşürüldüğü soğuk bir dünyâydı 20. asr-ı milâdînin dünyâsı. Küllenen siyâsal ateşi yer yer harlayan dinamik ise yine tâze uluslardan geliyordu. Bunun da sebebi
eksik sermâye birikimiydi.
Kurucu kadrolar bu açığı kapamak için iç kaynaklara yükleniyor; bu da kaçınılmaz olarak bir iç talana dönüşüyor, ulusların canını yakıyordu. Canı yananlar isyân ediyordu. Merkez blokta resmîleşen, soğuyan sosyalist idealleri popülist bir eksende jölelendirerek de olsa görece canlandıran da buydu. Aslında bu tepki hareketlerinin sosyalizm ile bir alâkası yoktu. Lâtin Amerika, Asya ve Afrika’da misâllerine çok rastlanan bu hareketler E. Hobsbawn’ın çok yerinde tespit ettiği üzere, kökleri derinlerde olan, epik temeldeki “
” (sosyal banditry) târihinin bir çeşidiydi.