Son günlerde siyâseten hayli gerilimli günler yaşıyoruz. İklimi yokladığımızda görüyoruz ki ustura kıvamında duygusal, tepki yüklü düşünüşler ve söylemler havada uçuşuyor. Düşünüş elbette duygusal başlar. Yâni duyguların düşünceleri doğurduğunu kabûl ederim. Ama bu tespitle kalmanın bir mânâsı yoktur. Düşünmenin hakkını vermek gerekiyorsa belli bir aşamadan sonra duygusal soğutucuları çalıştırmak gerekir. Duygusal tepkilerle düşünmenin üreteceği yegâne netice en kestirmeden yeni bir tepki üretmektir.
Son günlerde siyâseten hayli gerilimli günler yaşıyoruz. İklimi yokladığımızda görüyoruz ki ustura kıvamında duygusal, tepki yüklü düşünüşler ve söylemler havada uçuşuyor.
Düşünüş elbette duygusal başlar.
Yâni duyguların düşünceleri doğurduğunu kabûl ederim. Ama bu tespitle kalmanın bir mânâsı yoktur. Düşünmenin hakkını vermek gerekiyorsa belli bir aşamadan sonra
duygusal soğutucuları çalıştırmak
gerekir.
Duygusal tepkilerle düşünmenin üreteceği yegâne netice en kestirmeden yeni bir tepki üretmektir. Bu bir döngü en kısır hâliyle devâm eder ve kontrolden çıkabilir. Bu savrulmayı yaşamamak için çok katmanlı olmak kaydıyla bağlamlı düşünmekte ısrarcı olmak gerekir. Bunu da yapacak olan memleketin entelektüelleridir.
Çok katmanlı bağlam ifâdesinin altını çizmek isterim. Çünkü bağlam ıskalaması bir anda ortaya çıkmıyor. Tam aksine belli bir bağlamın abartısı olarak başlıyor. Abartılan,
ve
bağlamlardır. Eğer yakın ve iç bağlamları dünyâ bağlamından kopuk devam ettirecek olursak, bir müddet sonra aşınır ve elimizden çıkar. Doğrusu,
yakın ve uzak, iç ve dış bağlamları berâber dikkate almak zorundayız.
Bunu disipliner olarak anlatmak açıklayıcı olacaktır. Siyâset biliminden kopuk bir uluslararası siyâset değerlendirmesi ne kadar boşluklu olacaksa, uluslararası siyâset disiplininden kopuk bir iç siyâset değerlendirmesi de o derecede eksik kalacaktır. (Doğrusu, üniversitelerde tıpkı eski müfredatlarda olduğu üzere, ayrıştırılmış ve iki kürsü olarak yapılandırılmış olan bu iki disiplini birleştirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.) Dış dinamikler-iç dinamikler meselesinde birisinin diğerini belirlemesinden bahsetmiyorum. Her ikisinin karşılıklı etkileşimini esas alıyorum.
Dâhilî siyâset ile hâricî siyâset arasındaki etkileşimler, hâdiseler dikkate alındığında, sâdece Türkiye için değil, mevcut tekmil devletler için vârit olduğu hemen görülebilecektir. Meselâ ABD seçimleri düşünüldüğünde,
mücâdelenin ABD’deki Avrupa ile onu ABD’den kovmak isteyenlerin mücâdelesi
olduğu hemen görülecektir. Buna mukâbil Avrupa seçimlerinde merkez siyâsetleri temsil eden partilerle aşırı sağ partiler arasındaki mücâdele sâdece Avrupa’nın demokratik değerlerine bağlı kalanlar ile onu gözden çıkaranlar arasındaki mücâdele olarak değerlendirmek, yanlış olmamakla berâber aslında son derecede sığ bir değerlendirmedir. Uluslararası düzleme yerleştirdiğimizde bu mücâdelenin
Avrupa için bir Rusya oylaması
olduğu hemen ortaya çıkar. Merkez siyâsetler Rusya’yı Avrupa’dan uzaklaştırmak isterken, aşırı sağ olarak bilinen partilerin neredeyse tamâmı Rusya’ya sempati göstermektedir.
Hâsılı tam bağımsızlık diye bir şey olmaz. Bu dünyâda, bilhassa modern dünyâda herkes birbirine bağımlıdır.
Eğer bu kavramda ısrar edecek olursak tam bağımsız kavramını en fazla karşılayan yegâne devletin; yâni tam bağımsız değil, olsa olsa en az bağımlılık niteliğiyle Kuzey Kore olduğu gibi beklenmedik bir neticeye ulaşırız. Ezcümle,
mesele bağımlılık-ların olup olmamasıyla değil niteliği ile alâkalıdır.
Şimdi yaşadığımız hâdiselere bir bakalım. En basitçi yaklaşımların havalarda uçuştuğunu görmekteyim. Kamuoylarında demokrasi ve hukûksuzluk suçlamalarına mukâbil vazifeyi kötüye kullanmak, yolsuzluk yapmak gibi karşı suçlamalar rampalara sürülüp biteviye ateşleniyor. Tercih fertlerindir ve karışılmaz. Ama şu notu düşmek de elzemdir: Bu değerlendirmelerde ısrarlı olursanız en fazla onların bir parçası olursunuz. Ama mesele bir memleket meselesiyse ki öyle olduğunu bize elyevm memleketimizi kuşatan iklim söyletiyor, bu nebulanın hâricine çıkmak ve bizdeki bu gerilimin hangi dünyâ bağlamında hangi koordinatlara isâbet ettiğini düşünmek icap eder.
Güç ittifaklarının alabildiğine değiştiği bir dünyâdayız. Dün savaşın eşiğine gelen
Rusya ve ABD artık çatışmıyor ve aralarında iş birliği geliştirebilecekleri zeminleri oluşturmaya çalışıyorlar.
Bu, NATO’nun sonudur. Türkiye açısından bu tek başına büyük bir kırılmadır. II. Umûmi Harp sonrasından başlayarak Türkiye’nin tekmil dış siyâseti Rusya-ABD mücâdelesinin devâm etmesine ayarlıydı. Bu gelişme Türkiye’nin yerleşik hesaplarını altüst ediyor. Diğer taraftan Rusya-ABD yakınlaşmasına dâhil olan İsrâil ile aramızdaki husûmet, bilhassa son katliamlardan sonra tırmanıyor. İsrâil,
Sûriye’de İran’ın yerini Türkiye’nin almasından son derecede rahatsız.
PYD(PKK) kartını bırakmıyor. İran ise Rusya’yı kullanarak bu bâdireyi atlatmanın derdinde. Sûriye’de Türkiye’ye kaybetmiş olmanın intikâmını almayı takıntı hâline getirmiş durumda. İsrâil için bir Türkiye-İran savaşı ne kadar fayda sağlar, değil mi?
İsrâil diğer taraftan
Azerbaycan’ı Türkiye’den kopartarak
İbrâhim anlaşmalarına dâhil etmek istiyor. İsrâil-
İsrâil
-Güney Kıbrıs yakınlaşmasını
saymıyorum bile. Bu kadarı bile bir Türkiye-İsrâil gerilimin ne kadar derinleştiğini kavratmak için kâfi sayılmaz mı?
Türkiye ile tıpkı onun gibi açığa düşen Avrupa arasında bir yakınlaşma ihtimâli acaba birilerinin canını sıkar mı?
Sokak çatışmaları, polis ile vatandaşları karşı karşıya getirmek Türkiye’yi Avrupa’ya yabancı, barbar bir devlet olarak göstermek ve muhtemel işbirliklerinin önünü almak, onu yalnızlaştırmak için biçilmiş bir kaftan olmaz mı?
Bu ve buna mümâsil sorular aklımda. Cevaplar yavaş yavaş olgunlaşıyor. Bunları tabiî yazacak ve söyleyeceğim… Ama şimdilik şu kadarını ifâde edeyim: Mesele ne demokrasi ne hukuksuzluk ne de yolsuzluk… Anlamadınız mı, demeyeceğim; anladınız, değil mi?
#Politika
#Tarih
#Süleyman Seyfi Öğün