|
Sanatçılarını öldüren kavimler

Biraz “peygamberlerini öldüren kavimler” i andırıyor olabilir. Tam da onu kast ettim. Sanatçılara elbette bir peygamber rolü atfediyor değilim. Sanat ve sanatçıya modern dünyada atfedilen rolün fazlasıyla ikiyüzlü, fazlasıyla fetiş bir rol olduğunu düşünüyorum. Sanatın olağan akışı içinde gafletine duçar olduğumuz ve muhtaç olduğumuz hakikati bize verecek bir kaynak olduğu düşüncesi hangi bilginin, hangi mesajın veya rolün yerine ikame ediliyor? Belki bir peygamberin rolünün.

Ama hani ya seküleriz, büyüsünü bozmuş olduğumuz dünyada bize gökten bir vahiy gelmeyecekti!

İyi de ne kadar büyük güçler vehmetsek de aklımızın bize yetmediğini, duyguların gelip aklımızı da bizi de topyekûn esir alabildiğini, bu esaretler altında insanlığı nasıl felaketten felakete sürüklediğimizi de görmedik mi? Büyüsü bozulmuş dünyada gökten bir vahiy de gelmeyeceğine göre bizi kim kurtaracak? Sanat mı? Sanatçı mı?

Var biraz da bu kurtarıcı beklentisiyle oyalan.

Seküler dünya tam da bu beklentiyle bir kurtarıcı sanat miti üretti. Sol, vahiy kıtlığını fazlasıyla hissettiği anlarında bu kurtarıcıya büyük methiyeler düzdü. Hepimizin birlikte yaşadığı bugünün dünyasında kurtarıcı, kutsal, kahraman sanatçı miti dokunulmaz bir kabul alanına dönüştü. Beklenen kurtarıcı, Mesih, artık sanatçıdır.

Belki “tekniğin olanaklarıyla yeniden üretildiği çağda sanat yapıtının” akıbetine dair çok endişe verici analizler de döktürüldü. Siyasetin estetize edilmesinin ürettiği faşizme karşılık sanatın siyasallaşmasının asıl kurtarıcı çözüm olabileceğini söyledi Walter Benjamin. Sanat bir ideal olarak, bir başka türlü hakikat kaynağı olarak, gelecek olanı bekleyebileceğimiz, beklediğimizi bulabileceğimiz bir mecra olarak iyice yüceltildi.

Teslim edelim ki, sanata duyulan ihtiyaç insan benliğinin önce kendisi karşısında sonra tabiat ve başka varlıklar karşısında kapıldığı kibri, istiğnayı, özneliği sorun ediyordu. İnsanı her şeyden önce bu gafletten, dünyadaki yanlış konumlanışından, bu konumlanışın ürettiği yabancılaşmadan kurtaracak bir ses, bir mesaj olacaktı. Bir kaygı vardı, sahih bir kaygı belki, bir insani çığlık. İnsan gerçekten de ziyandadır ve bütün bu analizler bu ziyanı hisseden, hissettiren analizler. Sanat tam da bu kaygılı insan için bir vahy, sanatçı peygamber (mesih) mesabesine konuldu.

Tabii bütün bunlar biraz yüksek felsefi mülahazalarla yapıldı. Daha popüler düzeyde ise sanatın da sofistleri, zanaatkarları, bayileri bu büyük hakikat iddiasının iktidar dünyasını oluşturdular. Bu iktidar dünyasında Jean Baudrillard’ın deyimiyle “sanat bayağılığa, atıklara, vasatlığa, değer ve ideoloji diye el koyan bir komploya dönüşüyor: Sanat komplosu”. Belki Baudrillard’ın bu komployu tam da tanımına en uygun bir sanat tadıyla ifşa etmesiyle birlikte maruz kaldığı dışlama ve linç üzerinde bilahare ayrıca duralım. Çünkü onun da bu komployu ifşa etmeden önce, yani sanata atfedilen anlamlar içindeki ideolojik aldanışları işaret etmeden önce, sözleri aynı çevrelerde büyük bir teveccüh görüyordu. Ancak tam da o teveccühün ne kadar sahihlikten uzak olduğunu bu eleştirileriyle ve buna gelen tepkilerle göstermiş oluyordu.

Sanatçıdan beklenenler, sanatçının eserini sipariş ederek yeterince bertaraf edilmiş oluyor zaten. Sanat ideali bu metalaştırma karşısında yeterince katledilmiştir günümüzde, ama her seferinde kendi yalanını yeniden üretip piyasaya sürmeyi de başarıyor.

En son örneği Erkan Oğur’un maruz kaldığı muamelede görülebilir. Kendi dinleyici çevresinde kendisine yüklenen bütün yüce ve kutsal anlamlarıyla birlikte bir “sanatçı” olarak görülen Oğur, kendi kitlesine ulaştığı bir hakikati korkusuzca ve engelsizce söyleyemeyeceğini basitçe göstermiş oldu. Onun söyleyebileceklerinin bir sınırı kendisine kitlesi tarafından çok trajik bir biçimde hatırlatıldı: Sanatçısın diye bizim gördüğümüzden farklı şeyleri göremez, bizim yaşamak istediğimizden farklı bir hayat işaret edemez, siyasi tutumumuzdan farklı bir tutum öneremezsin bize.

Oysa bütün yaptığı tam da sanatın kendi jargonu ve raconu içinden ülkenin içinde bulunduğu duruma pekâlâ çok iyi bir açılım getirebilecek uyarıcı, öğretici, ulaştırıcı bir adım atmaktı. İçine kendimizi kapatmış olduğumuz zindan kapılarımızı içeriden açabilecek bir anahtar vermekti. Çok güzel, çok anlamlı bir işti İbrahim Kalın’la yaptıkları.

Erkan Oğur’a bir sanatçı olarak, kendi hakikatine sahip biri olarak var olma şansı tanınmadı. Sanatından aldığı ilhamı, bu ilhamın içerebileceği hakikat ihtimalini kabul etmedi kendi kavmi. Sanatının ilham kaynağını inkâr etmiş oldu. Oysa kendisine atfedilen bütün anlamlarıyla sanat bizim beklemediğimiz, bizim ummadığımız, bizim uhdemizde olmayan bir şeyler söyleme hakkına, imkanına ve açıklığına sahip değil miydi? Sanatçı hep bizim umduğumuz, hep bizim istediğimiz, bizim arzu ettiğimiz şeyleri söyleyecekse onun bizden farkı olabilirdi ve bu haliyle bize ne sunabilirdi?

Bizi kurtaracak olan biraz da bizim içinde debelendiğimiz çukurların dışından biri olmalı değil mi? Neden onu da kendi debelendiğimiz çukura çekip yok etmiş olalım?

Peygamberlerini öldüren kavimleri lanetliyor Kur’an-ı Kerim. Üstelik o kavimler sürekli kendilerine bir peygamber gelmesini istemekle meşhurlar, bununla da çok övünürler. Tabii övündükleri andan itibaren gelecek olan peygambere kulaklarını kapatmış, ondan ne alacaklarına ne almayacaklarına karar vermiş olurlar. Bedenen öldürmeseler bile kendilerine benzetmeye çalışarak, onun mesajının içeriğine hükmederek, nihayetinden onu kendi arzularına göre yorumlayarak öldürmüş olurlar.

Sol kesim kendi sanatçısını kendine benzeterek öldürmenin abonesi. Birileri buna mahalle baskısı diyor. Bunun çok ötesinde daha vahim bir durum.

#Seküler
#Dünya
#Erkan Oğur
3 yıl önce
Sanatçılarını öldüren kavimler
Türkiye’nin Kıbrıs kumarı: Kıbrıs’ın celladına âşık edilmesi ve intihara sürüklenmesi!
Erken karar verme hastalığı
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’