Bu başlık, Yeni Şafak Pazar'ın ilk sayısından 'intihal'. O sayıda, bazı ünlülerin, yakın çevrelerindeki 'Brütüs'ler tarafından nasıl ifşa edildiğini yazmıştık. Brütüs, negatif bir karakterdi. Brütüsler'i savunanlar çıkınca, durumu değerlendirmem gerekti.
Suç ve Ceza'daki Raskolnikov, 'roman' türünün geliştirdiği en güçlü karakterlerden biridir. Ama tarih dersinde okutulmadığı için, halkımız Raskolnikov'u iyi tanımaz. Bizim 'magazinel' ilgilerimiz, Rasputin'i tanımaya daha müsaittir.
Don Kişot, Raskolnikov'dan farklı olarak, sempatik ve yalın bir karakter olarak tanınır. 'Okuma parçaları'nın gösterdiği kadarıyla, öyledir de. Ondaki 'derinlik' kendisini kolay ele vermez. Belki de edebiyat derslerinde okutulduğu için, herkes bilir onu, boyundan büyük işlere kalkan, cüretkar kimseleri ona benzetir dururlar.
Brütüs, 'fiktif' bir kişilik, bir roman kahramanı olarak çıkmamıştır ortaya. Ama en az roman kahramanları kadar 'nitelikli' bir karakterdir. Şöhretini, Sezar gibi çok önemli bir tarihi şahsiyete ihanet etmesine borçludur. Sezar yerine mahallenin muhtarına ihanet etseydi, büyük ihtimalle, onu tanımazdık. Çünkü ne tarih derslerinde okutulurdu, ne de 'Brütüs' namıyla bir romana girerdi.
Yeni Şafak'ın Pazar gazetesi, son haftalarda jet ski'li resimleri yüzünden manşetle çıkan Cübbeli Ahmet hocanın yakın çevresinden biri tarafından 'ifşa' edilmesinden hareketle, bazı 'medyatik' 'Brütüs'leri haber yaptı.
Gündemle ilişkilendirilebilecek bir haberdi, ilgi de gördü. Genellikle, doğru anlaşıldı. Her 'genellik' gibi bunun da istisnaları oldu.
Bazı okurlarımız, Brütüs'lerle ilgili haberin, -tabir caizse- Sezar'ları akladığını düşünüyordu. Mesela, Mersin'den yazan Hasan Akarsu, “Ergun Göknel'in Brütüs'ü ne demek? Ergun Göknel'in eşi o şikayeti yapmasaydı, Türkiye büyük bir yolsuzluk olayından haberdar olmayacaktı” diyor ve ilave ediyor: “Brütüslük edip yolsuzluğu ortaya çıkaran eski eşe kızar gibisiniz.”
Dr. Kemal Pamuk'un da ben-zer bir serzenişi var. Şöyle eleştiriyor: “Brütüslüğün etik tartışması olabilir fakat Brütüslerin ortaya çıkardığı ahlaksızlık ve kokuşmuşluğun zararın da Brütüs kadar eleştirilmesi gerekiyordu.”
İnsanların, olayları, haberleri, metinleri anlama, algılama şekilleri namütenahi olsa da, geçerli olan, tabii olan bir kaç makul yorum vardır. Brütüs haberinin 'makul' yorumu, şöyle yapılmalı: Bu ha-berde konu, 'Brütüs' olgusudur. Bir soyguncunun Brütüs'ü, bir bilgenin Brütüs'ü, bir hainin Brütüs'ü, muhtemel tüm Brütüs'ler... O günkü haberde öncelik, Brütüsler'in eylemlerine maruz kalanlar değildir. Brütüslük'ün kötü bir şey olduğunu söylemek, Brütüs'ten zarar görenlerin mutlaka iyi olmasını gerektirmez.
Ayrıca, Ergun Göknel'in yaptıklarına da, 'yolsuzluk' denili-yor haberde. Yani Ergun Göknel bir kahramanmış da, eski eşi bu kahramanı gafil avlamış gibi bir hava yok.
Kemal Pamuk'un, Ahmet Ünlü'yü ima ettiğini düşündüğümüzde de aynı şey geçerli. Yani, Brütüszede'nin davranışlarından övgüyle sözedilmiyor. Elbette, başka bir bağlamda, olay bu tarafıyla da ele alınabilir. Ama o haberin konusu, Brütüsler'di.
Mustafa Arıkan, Yeni Şafak Pazar Gazetesi'ndeki bu haber başlığında, 'ciddi bir anlatım bozukluğu' olduğunu belirtiyor.
Bu başlığa, gazete basılmadan önce ben de biraz takıldım. Başlığın yazıldığı yazı alanında kullanabileceğimiz daha güzel bir ifade bulabilseydim, teklif etmeyi düşünüyordum. O sırada bulamadım.
Bu arayışımın sebebi, başlıkta 'anlatım bozukluğu' olması değildi. İfadenin, birazcık 'külfetli' olmasıydı. Alışılagelmiş bir Türkçe cümle kalıbı, hafifçe değiştirilerek kullanılmıştı. Kimi Erzurum'a gitti, kimi de İstanbul'a derken, bu cümle kalıbının bir benzerini kullanıyoruz. Şimdi, Kimi Erzurum'a gitti, kimi de Erzurum'dan dersek, yine aynı külfetli anlatım, hafifçe de 'çalımlı...'Bence, gazete başlıkları, o kadarcık 'çalımlı' bir ifadeyi kaldırır.Peki çok iyi bir kullanım tarzı mı bu? diye sorarsanız, benim dil zevkime uymuyor, yani muhtemelen, ben öyle yazmazdım. Ama gazeteler, ne tek bir okurun, ne de tek bir gazetecinin 'dil zevki'ne göre çıkar. Arıkan'a, ilgisi ve hassasiyeti için teşekkür ediyorum.
Nobel Edebiyat Ödülü'nün Orhan Pamuk'a verilmesi konusunda görüşler muhtelif. Bir taraf, 'vatan haini, yabancılar tarafından ödüllendirildi' diyor. Öteki uçta da, katışıksız bir başarıdan sözediliyor.
Yeni Şafak, Pamuk'a Nobel ödülü verilmesine dair haberlerde, bu iki uçtan birinde yer almadı.
Hatırlanacağı gibi, Yeni Şafak, Orhan Pamuk hakkında siyasi ve edebi birçok eleştiriye yer vermiş bir gazete olmasına rağmen, Nobel Edebiyat Ödülü'nün Türkiye'den bir romancıya verilmesine 'pozitif' yaklaştı. Yeni Şafak'a göre, eleştiriler geçerliydi ama, başarı takdir edilmeliydi. Bahri Alagöz, bu tutumu 'Orhan Pamuk sevgisi' olarak nitelendiriyor ve kınıyor. Hasan Tahsin adlı okurumuzsa, benim 'Orhan Pamuk Milli Takım'dan daha başarılı' başlıklı değerlendirmem için “Orhan Pamuk'u Milli Takım ile kıyaslayan yazı gereksiz ve başarısız” diyor.
Yeni Şafak'ın, Bahri Alagöz'ün değerlendirdiği anlamda, kayıtsız ve şartsız bir Orhan Pamuk sevgisi yok. Pamuk, başarılı bir romancı. Ama Türkiye, Orhan Pamuk'tan daha başarılı romancılar yetiştirdi, bu da bir gerçek. Türkiye'nin, bütün dünyada belki her toplumdan daha başarılı olduğu bir alan var: Şiir. Şiirde, Orhan Pamuk'un romanda ulaştığı seviyenin çok çok üstüne çıkıldığını söyleyebiliriz. Ayrıca, hemen bütün Nobel Edebiyat Ödüllerinde olduğu gibi, Pamuk'a verilen Nobel ödülünün siyasi tarafları da vardı, bunu da inkar etmek safdillik olur. Yeni Şafak'ın yaklaşımı, bu gerçekler gözönünde bulundurularak değerlendirilmeli diye düşünüyorum.
Diğer eleştiriye gelince. Bir eleştiri, 'gereksiz ve başarısız' nitelemelerinin ötesine geçemiyorsa, o eleştirinin başarılı olduğu söylenemez.
Yeri gelmişken, Yeni Şafak okurlarının Pazar Gazetesi'ni nasıl karşıladıklarına da kısaca değinelim. Pazar günü, Yeni Şafak okurlarına, yoğun politik haberlerin, yorumların, sosyal içerikli haberlerin, hatta trajedilerin dışında bir atmosfer sağlamak için düşünüldü Pazar Gazetesi. 'Hane halkı'nın da ilgi gösterebileceği bir 'ilave' olmalıydı. Bu 'niyet' okurlarımız tarafından da genellikle doğru algılandı. Birçok okurumuz teşekkür ve kutlama mesajları gönderdi. Bu mesajlar, 'zevk'e göre değişebiliyordu. Bulmaca sayfalarını az bulanlar da vardı, fazla bulanlar da. Magazini, yoğun bulanlar da vardı, zayıf bulanlar da. Bazı okurlarımız da, yukarıdaki yazıda görüldüğü gibi, haberlerin içeriğini tartışıyordu. Pazar gazetesi, Yeni Şafak için, yeni bir olgu. İmkanlar geliştikçe, Yeni Şafak Pazar'ın içeriği de mutlaka zenginleşecek ve mümkün olan en doğru sonuca ulaşacaktır diye düşünüyorum.
Necati Özçelik adlı okurumuz, Oyak haberlerinin Yeni Şafak'ın 'duruşu'yla mütenasip olmadığını yazıyor. Diyor ki, “Yapılması gereken Fransa'da üretilen ürünleri boykot etmektir. Oyak'ın ayrıca ne yapmasını bekliyorsunuz? Ortaklıkları fesh mi etsin yoksa kendi hisselerini tamamen Fransa'ya mı satsın? Bunlardan kime fayda gelir?”
Özçelik'in tırnak içindeki cümleleri mantıklı. Yeni Şafak'ın Ermeni soykırımını reddedene ceza yasasının Fransa parlamentosunda kabul edilmesinden sonra yaptığı 'Oyak' haberlerine dikkatle bakılırsa görülür, o haberler de, 'ortaklık feshedilmeli, hisseler Fransa'ya satılmalı' gibi teklifler içermiyor. Orada vurgulanmak istenen şey, ticarette zaman zaman 'ulusalcı' bir söylem kullanan Oyak'ın, Fransa boykotu gündeme geldiğinde 'realist' bir tutum takınması. Yani, eğer bir eleştiri varsa, eleştirilen, şimdiki tutum değil, önceki tutum. Sayın Özçelik'e teşekkürler, saygılar.
Yurtdışında, reel karşılığı olmaksızın, sadece kağıt ve yüksek kâr vaadi dağıtarak para toplayan hayali şirketler hakkında bu sayfada daha önce de yazmıştım. Konu, medyada YİMPAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar'ın 'kırmızı bültenle' arandığına dair haberler çıkmaya başlayınca yeniden gündeme geldi.
Hürriyet, manşetten vermişti. Bakanlar ve Dursun Uyar, aynı cenaze törenine katılmışlardı. Oysa, (habere göre) Dursun Uyar, kormozo bültenle aranıyordu.
Dursun Uyar, 'kırmızı bültenle arandığına' dair haberlerin gerçeği yansıtmadığına dair bir açıklama yaptı. Yeni Şafak, birçok başka gazete gibi, bu açıklamayı yayımladı. (Daha sonra, Emniyet de, Dursun Uyar'ın aranmadığını bildirdi.)
Okurumuz Enver Atabay, bu açıklamanın Yeni Şafak'ta yayımlanmasını doğru bulmadığını yazıyor. Almanya'da, YİMPAŞ'a ortak olan birçok kişinin mağduriyetlerini anlatıyor ve 'asıl bu mağduriyetleri haber yapın' diyor.
Ben bu açıklamanın yayımlanmasında bir sorun görmüyorum. Sorun, başka bir yerde.
Konuya nasıl yaklaştığımı şöyle özetlemek istiyorum: O dönemde, üç tür 'holding' vardı, Avrupa'dan sermaye temin eden. Bunlardan bir türünün, hemen hiç bir ticari, sınai faaliyeti yoktu. Sadece yüksek kâr vaadiyle para topluyorlardı. Şirketlerin adı vardı, broşürü vardı, içinde bol bol din vatan millet istismarı olan mektupları vardı, başka bir şey yoktu.
İkinci 'tür' ise, hem tamamen gerçekdışı bir yüksek kâr vaadediyor, hem de topladığı parayla hiç kıyaslanmayacak kadar küçük, 'ortaklar alışverişte görsün' mahiyetinde bir ticari faaliyet yapıyordu.
Türkiye için olduğu kadar yurtdışında çalışan işçilerimiz için de büyük bir imkan olan dışarıdaki sermaye gücü, bu iki tür şirket tarafından -bu tabiri kullanmak zorundayım- dolandırıldı, çalındı.
Bunların sebep olduğu kriz, (yukarıdaki tasnife göre, üçüncü türe giren) bir kaç şirketi de yaktı.
Bu 'bir kaç' şirket, tamamen kusursuz muydu? Hayır.
Bu şirketler, ciddi ticari ve sınai faaliyetler yapıyor, fabrikalar kuruyor, üretiyor, yerine göre ihracat da yapıyordu. Ama onların vaadettiği kâr oranı da, topladıkları sermaye ile sağlanacak kardan daha yüksekti. Ayrıca, geriye doğru düşünüldüğünde, yer yer işletmecilik yanlışları da vardı.
Bu birkaç firma, kurdukları ticari kuruluşların ve gayrımenkullerin, firmalar 'yürür haldeyken' piyasa değerlerini dikkate alarak, vaadettikleri kârları karşılayabileceğini düşünüyorlardı. Kriz patlayınca, piyasa değerleri, gerçek değerler olmaktan çıktı.
Sonuçta, binlerce insan, büyük hayalkırıklığına uğradı, mağdur oldu. Bunlar, gerçek mağduriyetler.
Gurbetteki işçi ile, Türkiye'deki potansiyel arasındaki güven bunalımı da, en az bu mağduriyetler kadar trajik. Çok geç oldu, ama bu sorunun geç de olsa çözülmesi gerekiyor.
Sorumlu olan herkesin, 'nerde yanlış yaptık' sorusunu açık yüreklilikle cevaplandırması ve bu mağduriyetlerin nasıl giderileceği konusunda kafa yorması gerekiyor. Ciddi bir özeleştiriden sonra, ortaya bir strateji, mesela gerçekçi bir ödeme planı, vaadedilen karlar gibi değil, gerçekleştirilebilir bir ödeme planı konulması gerekiyor.
Bu sayfada, bu işlerin detaylı analizini yapmam gerekmiyor. Ben sadece, Yeni Şafak okurlarının olayları ele alış şeklini değerlendiriyor ve okurlarımızla birlikte sorunlara bakmak gerektiği konusunda bir bakıma sesli/yazılı düşünüyorum.
Gördüklerim ve bu sayfanın sınırları içinde diyeceklerim bunlar.
Osman Aslan, 'Düşünce Gündemi' sayfamızın nereye gittiğini soruyor. Ramazan'da iki sayfamızı 'Ramazan gündemi'ne ayırdık. Bu yüzden bir süre bazı sayfalarımızdan feragat ettik. Düşünce Gündemi, şimdi eski programına devam ediyor.
Selamlar, saygılar.
'Şeker Bayramı' Ramazan Bayramı'na Ramazan Bayramı dememek için bulunmuş bir çözümdü. Millet, rağbet etmedi. Bir 'Şeker Bayramı' düşünülebilir. O gün, pancar üretilen yerlerde ve şeker fabrikalarında günün önemini anlatan konuşmalar yapılabilir. Ama şeker için, günlerce tatil yapmak, büyükleri ziyaret etmek vatandaşa külfet olur.
Ramazan'ın sonunda kutlanan bayramın adı, Ramazan Bayramı'dır. Zaten millet de böyle biliyor.
Bayramdaki kaza haberlerinde bir redaksiyon hatası yakalayan okurumuz Mutlu Kınalı soruyor: Siz de mi Ramazan Bayramı'nı 'şeker bayramı'na dönüştürme kervanına katıldınız?Kınalı haklı, editörlerimiz, toplumun rağbet etmediği, benimsemediği tabirlere rağbet etmemeli. Aslında, bu bir rağbet meselesi de değil. Biraz dikkat gerekiyor, o kadar.






