|

Açma yarem kan gider

Başörtülü öğrencilerin 28 Şubat döneminde yaşadıkları geçen hafta açılan bir sergide 18 sanat eserine dönüştü. Kapanan kapılar, ikna odası, yüzüne çevrilen bakışlar, yarım kalmış hayallerden işlenmiş eserler ve daha fazlası Topkapı Sarayı Darphane-i Amire binasında sizi bekliyor. “Suda balık yan gider/Açma yarem kan gider...” türküsünü dudaklarımıza yeniden düşüren bir sergi diyebilirim.

Ayşe Olgun
04:00 - 1/03/2020 Pazar
Güncelleme: 23:40 - 29/02/2020 Cumartesi
Yeni Şafak
Alınamayan diplomalar, geçersiz sayılan yazılı kağıtları v.s 28 Şubat sürecinde ağa takılıyor. Çalışma Afra Bedriye Öztürk ve Merve Güçlü’ye ait.
Alınamayan diplomalar, geçersiz sayılan yazılı kağıtları v.s 28 Şubat sürecinde ağa takılıyor. Çalışma Afra Bedriye Öztürk ve Merve Güçlü’ye ait.

Topkapı Sarayı Darphane-i Amire binasından içeri girdiğimde beni şöyle bir söz karşıladı: “Hem unuttum hepsini/Hem de bir bir aklımda…”

“O günlerin bendeki özeti” diyen Hilal Büşra Cebeci’nin duvara yazdığı bu cümle aslında hepimiz için 28 Şubat dönemini özetliyor.

KADEM’in organizasyonuyla kapılarını açan, 16 sanatçı ve katılımcının 18 eserinin yer aldığı “Böyle Daha Güzelsin” adlı sergiyi bir ay boyunca gezebilirsiniz. Serginin küratörü Yasemin Darbaz Karaca ikna odalarında başı zorla açılan kızlara söylenen ve yıllar geçse de hala kulaklarda çınlayan “böyle daha güzelsin” sözüne gönderme yapmak istedikleri için sergiye bu ismi verdiklerini anlatıyor ve şu çarpıcı farka dikkat çekiyor: “Böyle güzelsin” değil “böyle daha güzelsin” denilerek başörtüyü çıkarınca daha güzel olacağı 17 yaşındaki kızlara dayatılıyordu o ikna odalarında.

Sergi beni, bir kenara ittiğim, belki de unutmak istediğim 22 yıl öncesine, gazeteciliğe yeni başladığım döneme götürdü. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başlayıp oradan da tüm üniversitelere dalga dalga yayılan başörtüsü yasağını elimde fotoğraf makinasıyla takip ettiğim o meşum günlere. Başörtüsü yasağının hem şahidi hem direnişçisi hem de mağduruyduk. “Yasağın ayak sesleri” diyeceğimiz tacizler aslında 28 Şubat’tan önce başlamıştı. Mesleğe başladığım 1996 yılının sonlarında henüz başörtüsü yasağı yoktu ama dindar kesime olan kin ve öfke gittiğimiz haberlerde kendini gösteriyordu. Mesela CHP’li kadınların Beyoğlu İlçe Başkanlığı’ndaki basın toplantılarına çiçeği burnunda bir muhabir olarak gittiğimde elindeki basın açıklamasını okuyup bitiren kadının başörtülere öfkesini “Bunlar kuş beyinli” diye hakaret cümlesiyle ifade ettiğini, yanımdaki bir kadının da “hıh” diye başını yana atarak “Şiişşt! Size söylüyor, duyuyor musun?” tavrını ve sonrasında yaşadığım şaşkınlığımı unutamam. Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in bir konuşmasında “Bunlar hem dindarım diyor hem de uçakla Hacca gidiyor. 1400 yıl önce inen bir dine inanıyorsan niye deveye binmiyorsun” dediğinde cahilliklerine o yaşımda nasıl şaşırıp kaldığım da hala aklımda.


YAŞANANLAR UNUTULSUN İSTEDİK

O yıllarda şahit olduğumuz pek çok olay belki de kayıtlara geçmeliydi. Ama biz yaşadıklarımızı değil direnen başörtülü kızların mücadelesinin sesi olmayı yeğliyorduk. Başörtülü muhabir olarak yaptığımız haberlere karşı açılan davaların yanında, gittiği haberde tartaklanan, gözaltına alınanlar da oluyordu maalesef. Gazeteci olsan da başörtüsü yasağının uygulandığı alanlara girmen yasaktı. Oralarda haber yapmak senin hakkın değildi. Üstüne üstlük öğrencisi olduğun okula gitmesen de birileri yaptığın başörtüsü eylemi haberlerini okuldaki dosyana koyarak seni fişleyebiliyordu. Ama benim o yıllardan, unutamadığım asıl olay Susuzluk Davalarını takip etmek için gittiğim DGM’ye bu defa sanık sandalyesinde oturtulmamdı. Suçum ise Anayasanın meşhur 312. maddesiydi. Yazdığım bir başarı haberi birinci sayfaya manşet olmuş ve ben atılan manşetten dolayı yargılanıyordum. “Gazetenin manşeti yazı işleri toplantısında kararlaştırılır. Benim gazetenin iç sayfasındaki haberimde ne bu manşetteki ifade var ne de suç unsuru başka bir şey” desem de o sandalyede başörtülü bir muhabiri oturtup yargılamak o günler için gayet makul bir durumdu diyebilirim. Başörtülü resmimi kabul etmedikleri için alamadığım formasyon belgem, peruk takarak sınavlarına girip mezun olduğum üniversite ise sergiyi gezerken unuttuğumu sandığım ama diplere gömdüğüm, çok da anlatmak istemediğim anılarımdan sadece birkaçı.

YENİDEN HATIRLAMAK

Aslında yıllardır konuşmak bile istemeyip üstünü örttüğümüz pek çok kötü anıyı sadece sergiyi gezerken hatırlamadım. Eser sahipleriyle konuşurken onların anlattıkları da öyle tanıdıktı ki. “Aramızdaki Şey” adlı çalışmasıyla sergiye katılan yönetmen Elif Eda’nın şu sözleri gibi:

“28 Şubat sadece bir döneme ait değildi, başörtülü yaşadığımız her dönemde üzerimizde o bakışlar eksik olmadı, olmayacak da. 28 Şubat yasağı aslında bizi köklerimizden kopardı, aidiyet duygumuzu o yasakla birlikte kaybettik, ilk gençlik günlerimizi de.”

Elif Eda’nın 360 derece kamerayla çekilmiş ve sanal gerçeklik gözlüklerine aktarılan video art çalışması, başörtüsünü açan bir kadına ve ona çevrilen bakışlara odaklanıyor. Hep birlikte o kadının başını açmasını seyrediyoruz ve derken o kadın kumaş yığında yok olurken oradaki bakışlar bu defa bana çevriliyor. Stop!


HAR DAİM ÜZERİNDEKİ BAKIŞLAR

Üzerimize çevrilen o bakışlar ne kadar gerçek değil mi? Bu ülkede başörtülü biri olmak her gittiğin ortamda birden bakışların sana çevrilmesi demektir. Daima üzerindedir o bakışlar. Sizin çoğu zaman siz olmanız anlam ifade etmez ortamlarda. ‘Başörtülü’ biri olarak görünmez duvar vardır çünkü o insanlarla aranızda. Bu hissi her daim yaşayan biri olarak dinliyorum Elif Eda’yı: “28 Şubat döneminde Anadolu Lisesi’nde öğrenciydim. Sokakta başörtülü olduğum için yüzümüze hep tiksintiyle bakanları hatırlıyorum. Yine arkadaşlarımla sözlü tartışmalar yaşıyordum.” Elif Eda liseden sonra başörtüsü yasağının daha geç uygulandığı Bilgi Üniversitesi’ni tercih etmiş. Hatta üçüncü sınıfta yarım dönem okulu bırakmak zorunda kalmış. Ancak son sınıfta peruk, şapka gibi aksesuarlar kullanarak mezun olabilmiş nihayetinde.

“Gölge Oyunu” adlı bir başka eser ise belki de o aşılmayan sanal duvarı deneyimlememe izin verdiği için çok tanıdık geldi. Çağla Kaplan ve Nur Özdamar’ın ortak çalışması olan bu eser Hacivat- Karagöz gösterilerindeki sahneyi canlandırıyor. Seyircinin dışarda gördüğü sahne ile içerdeki ortam bambaşka. Eserin içine girdiğinizde görünmeyen iplerle karşılaşıyorsunuz ve onları aşmaya çalışıyorsunuz ama dışarıya sadece gölgeniz yansıyor, yaşadığınız o zorluklar değil. Çağla Kaplan ve Nur Özdamar başörtüsü yasağını dışardan izleyen isimler olsa da gördükleri sahneyi oldukça başarılı olarak eserlerine yansıtmışlar.

İÇERDEN BİRİNİN HİKAYESİ

Şimdi de gelin hikâyeyi içerden birinden, Mehtap Özer İsovic’ten dinleyelim: Kartal Anadolu Lisesi’ni birincilikle bitirip Ankara Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne başörtülü başlayan ancak yasaklar karşısında başını açmaya karar veren Mehtap Özer İsovic “Marilyn” adlı çalışmasında kendi hikâyesini anlatıyor. 12 yıldır Saraybosna’da yaşayan İsovic, bugünkü mutlu ve gülen yüzünü gösteren bir resmini duvar posteri olarak kullanırken bu resmi yırtarak içine eski günlerden kareler yerleştirmiş: “Bakın şu başörtülü resmim okula ilk başladığım gün çekilmişti. Biliyorsunuz o yıllarda imam hatip liselerine katsayı uygulandığı için üniversite sınavında puan kırılıyordu ve dört yıllık bir bölüme yerleşmemiz imkânsızdı. Ancak ben liseyi birincilikle bitirdiğim için ‘okul birincisi kontenjanı’yla dört yıllık bir okula girebilmiştim. Aynı zamanda fakültenin de birincisi olarak mezun oldum. Bakın şu yırtık resmin içindeki mezuniyet fotoğrafım. O dönem yasak karşısında yaşadıklarımla mücadele etmeyi bırakıp başımı açmaya karar vermiştim. Mezuniyet törenimde artık başörtülü bir öğrenci değildim.”

Mehtap Özer İsovic, “Başınızı nasıl açmaya karar verdiniz, sizin için zor bir karar mıydı?” soruma karşılık arkadaşlarının kendisine destek olduğunu söylüyor. Hatta başını açtığı ilk gün gülerek hep birlikte o günün anısına bir fotoğraf çekildiklerini söylerken bir anda gözleri doluyor ve daha fazla o günleri konuşmaya ikimizin de cesareti kalmıyor. Birbirimize sarılıp oradan ayrılıyorum. İsoviç’in şu sözleriyse hala kulaklarımda: “Orta birinci sınıfta örtünüp okula başlamıştım. Bir süre sonra o başörtüsü bedeninizin bir parçası oluyor. Ondan vazgeçmek benim için çok zordu. Bu eserimde ‘evet bugünkü halimden mutluyum. Ama o halimle de mutluydum ve siz benim başörtülü biri olarak mutlu olmamı istemediniz. O mutlu halimi zorla benden aldınız.”


KENDİM DEĞİLDİM ONLARI OYDUM

Başörtüsünün yasağının izleri herkeste farklı nüksetmiş. Okulda başörtüsünü çıkarmak zorunda kalan Güzin Furat Tever’in “Ölü Piksel” adlı çalışması İsoviç’in hikâyesinden daha farklı anlatıyor o günleri.

Yasakla yüzleşmiş herkes bilir. Başörtüsü yasağı varsa örtünle dışarda başka bir kimliğin vardır, örtünü çıkardığında ise bambaşka. İşte Tever kendi deneyiminden de yola çıkarak bunu bir çalışmaya dönüştürmüş: “Başörtünü çıkarıp belki şapka ya da peruk takınca ilk zamanlar tuhafına gidiyor bu halin. Ama bir süre sonra yeni kimliğine de alışıyorsun, Arkadaşlarınla çay içip derse girip sohbet etmeye, yani öğrenciliğin doğal akışına bırakıyorsun kendini. İşte o yıllarda çekilmiş fotoğraflara baktığım zaman orada aslında hiçbir zaman kendi kimliğimle olamadığımı fark ettim. Kocaman bir boşluk vardı o fotoğraflarda. Evet, bir hayat akıp gitmişti ama ben orada değildim. Zorlandığım bir kimlik üzerinden başka bir kişi inşa edilmişti sanki o fotoğraflarda.”

ANILAR GERÇEK AMA SİZ DEĞİL

Bu hislerle fotoğraflardaki kendi görüntüsünü karalayarak, oyarak çıkarmaya başlamış Tever. “Sizin arkadaşlarınız, sizin anılarınız evet o karelerde duruyor ama o siz değilsiniz” diyor özetle çalışmasında. Bir yasağın, başörtülü bir öğrenciye kendi olmasına izin vermemesinin ne demek olduğunu anlamak isteyenlerin dikkat kesileceği bir eser diyebilirim. Bu eser bana da şunu hatırlattı: 2000 yılında yarım bıraktığım okulumu bitirmek için geri döndüğümde diploma almak için tek yapacağım şey sınavlara girmekti. Ancak başörtüsü yasağından dolayı okula girmem mümkün değildi. Hocamız ben içeri giremeyince dışarı çıkmış ve ertesi gün yapılacak sınava girmem için ya başımı açmam gerektiğini ya da perukla gelmemi söylemişti. Derslere perukla giren bir öğretmen arkadaşımdan ödünç aldım peruğunu. Onu takıp sınava gittiğimde yaşadığım yabancılık hissini hiç unutamam. Hoca da zaten tanıyamamıştı beni.

O yıllardan bir başka hatıram ise gazeteci olarak üniversitelere alınmadığımızdı. Üniversiteye bir söyleşiye gidip içeri alınmayınca hocanın dışarı çıktığını, bir kafede buluştuğumuzu hatırlıyorum mesela.


Hayalimin bıraktığı boşluk

Sergiyi gezerken beni en çok etkileyen eserlerden biri de “Cerrahi Tezyin” adlı çalışma oldu. Eser sanatçı Esra Özyaşar Tosun’a ait. O dönem tıp öğrencisi olma hayallerinden vazgeçmek zorunda kalan Tosun, hayatını tezhip ve çini sanatına adamış. Sanatçı, o günlerde yaşadıklarını tezatlıkları bir araya getirerek ifade ediyor. “28 Şubat’ta hem kat sayı adaletsizliği yüzünden çocukluk hayalim olan tıp fakültesine girme hakkım elimden alındı hem de Müslüman kadın kimliğimle üniversiteye girmem engellendi” diyen Tosun, geleneksel sanatlar dalında dersler almaya başlamış. 28 Şubat sergisi için bir eser yapması istendiğinde ise hayali olan cerrahlık mesleğinde kullanılan aletleri, artık hayatının bir parçasına dönüşmüş olan tezhip ve çini sanatının desen ve malzemeleriyle bezemiş. Hikâyesine şöyle devam ediyor Esra Özyaşar Tosun: “Hayatımda büyük bir kırılma yaşadım. Türkiye’nin en iyi okullarından birinde okuyordum, istediğim bölümü kazanmama ihtimalini düşünmediğim için bir B planım yoktu. Hemen vazgeçip kendime kolayca bir yol çizdim diyemem. Hayatımın en büyük travmasını yaşadığımı ama yıllarca bunun üzerini örttüğümü söyleyebilirim. Yaptığım eserin benim için ne ifade ettiğine gelince… Sergideki başka bir çalışmanın ismiyle cevap verebilirim: Gel bir de burdan bak. O yarım kalmış hayalin bıraktığı boşluk orada sabit duruyor.”

  • Serginin açılışına Kadem Genel Başkanı Saliha Okur Gümrükçüoğlu ve başkan yardımcısı Sümeyye Erdoğan Bayraktar da katıldı. Sergiyi gezerken eski günler yad edildi.

Her hikaye farklı

lKüratör Yasemin Darbaz Karaca sergiyi şöyle anlatıyor: “Aslında bir buçuk yıl önce ortaya çıkan bir fikir. Eser sahipleri arasında o dönemi hiç yaşamamış olanlar da, bizzat şahit olanlar da var. Hepsinin anlattığı hikâye farklı. Çok katmanlı bir sergi, birbirimizi anlamak ve anlaşılmak üzerine kurulmuş bir sergi diyebiliriz. Sergide deneyimlenen işler var bu yüzden.”


Kabuslarımdan uyandır beni

Hilal Büşra Cebeci’nin iki eseri yer alıyor sergide. İlki girişte bizi karşılayan “Gel Bi De Buradan Bak” adını taşıyor. Eser ismini Cebeci’nin bir duvar ustasıyla yaşadığı kişisel bir hikâyeden alıyor aslında. Hikâyenin özeti: Herkes kendi baktığı yerden ne görüyorsa o. Ama hikâye aslında senin gördüğün gibi değil diyebiliriz. “İşte 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere yapılan da buydu. Başınızı açın, böyle iyi olacak denildi. Ama gelin bir de başörtülü öğrencilerin tarafından kendinize bakın. Hiç sizin baktığınız yerdeki gibi yaşadıkları güzel şeyler değildi” diyor Cebeci eserini anlatırken.

Diğer eseri aslında 28 Şubat sürecinde alınan yaraların iyileştirmesi üzerine kurulu bir çalışma ya da 20 yıl sonra yaşanan kabuslarla yüzleşme diye de özetlenebilir. “Dreamcatcher is Feeling Blue” adlı bu çalışmada ahşap ve metal kullanılarak ortaya konulmuş bir heykele geçilmiş bir kasnak dikkat çekiyor. Kızılderililerin kabus avcısı olduğuna inandıkları “dreamcatcher” bu eserde 28 Şubat döneminin kabuslarından tutup bireyleri çıkarmasını temsil ediyor.


Birbirimizi tanıdıkça yaralarımızı iyileştireceğiz

Sergiyi gezen KADEM Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Bayraktar başörtüsü yasağıyla tanıştığı lise yıllarından anılar paylaştı. Bu anılardan biri Kadıköy İmam Hatip Lisesi son sınıfta okuduğu günlere dair. O yıllarda yasağın alanı o kadar genişlemiş ki, imam hatip öğrencileri Acıbadem Caddesi’ne bile alınmamaya başlanmış. “Her gün arkadaşlarla buluşup acaba bugün hangi ara sokaktan, nereden dolaşarak okulumuza ulaşabiliriz diyorduk. Her sabah farklı yollar deneyerek okulumuza gitmeye çalışıyorduk” diyen Bayraktar’ın sergiyle ilgili yorumlarını ise Melek Zeynep Bulut’un dev kabuk yarasına dönüşmüş Rene Pavillion/Scar adlı eserinin altında dinledik: “28 Şubat’ın bu defa insanlarda bıraktığı o duygusal tarafı göstermek istedik. Çünkü sanat olmadan yasağın derinlikli tarafını hissetmek çok zordu. Ne kadar yakın olsak da büyük bir kesimin bu yaranın izlerin farkında olmadıklarının bilincindeyiz. Tam da bunun için yapıyoruz böyle bir işi. Çünkü toplumda böyle büyük bir travma varken ve hala bu yaraların izleri devam ederken bilinmemesi haksızlık olur ve bundan sonraki haksızlıklara da kapı açar. İşte bu yüzden bu tanışmalar çok önemli. Tanıştıkça birbirimizi tanıdıkça yaralarımızı birlikte iyileştireceğiz.”

Sergiyi gezip kapıdan çıkarken sakızlardan çıkan açılıp kapanan gözler yolcu ediyor bizi. Yeniden başörtülü olduğunu kapıdaki güvenlik görmeden o kapılardan geçmek istediğin günleri hatırlıyorsun. Kapıdan görünmeden örtünden geçmek istediğin günleri ya da bir kalabalığın içinde sana çevrilen gözleri. Dönünce kapanıyor gözler yeniden, tıpkı o sakızlardaki gibi.


16 sanatçı 18 eser

Sergiye Bünyamin Atan “Kara Kutu”, Melek Zeynep Bulut “Rene Pavillion/Scar”, Hilal Büşra Cebeci “Dreamcatcher is Feeling Blue”, “Gel Bi de Burdan Bak”, Elif Eda “Aramızdaki Şey”, Aslıhan Ergün ve Fatih Ergün “Kapı Duvar”, “Görünmezlik Kutusu”, Mehtap Özer Isovic “Marilyn”, Büşra Kayıkçı “Madde 42”, Muzaffer Malkoç “Paralel Eylemler”, “Dar Açı”, Çağla Kaplan ve Nur Özdamar “Gölge Oyunu”, Merve Güçlü ve Afra Bedriye Öztürk “Dress Code”, “Diploma”, Güzin Furat Tever «Ölü Piksel», Esra Özyaşar Tosun “Cerrahi Tezyin”, Sümeyye Öztürk Ulu “İpek/Böceği ile Yusufçuk” adlı eserleriyle katıldı. Eserler video art, tezhip, heykel, üç boyutlu portre, minimalist beste, dekolaj, duvar üzerine karışık teknik ve ahşap metal karışık tekniklerden oluşuyor.

#KADEM
#Yasemin Darbaz Karaca
#Topkapı Sarayı
4 yıl önce