“Molla ailesi” demem, bizim ailenin kendi özelliğinden kaynaklanıyor. Palu’dan Kiğı’ya şimdilerde Yayladere ilçesi diye bilinen Hasköy köyüne taşınmış ailemiz. İlk defa o civarda cami yapan aile bizleriz. Rahmetli dedem, müderris. Babası daha çocuk yaşta iken götürüp medreseye bırakmış. Önce Diyarbakır’daki bir medresede okumuş, ardından İstanbul’a Şemsipaşa Medresesi’ne gelmiş. Fatih Medresesi’nden müderris çıktıktan sonra henüz 20’li yaşlarda iken memleketine dönmüş. Kiğı’da rüştiye mektebinin kurucu müdürü olmuş ve iki yıl burada görev yaptıktan sonra kısa bir süre için de müftülük görevinde bulunmuş. Gözleri âma olduktan sonra köyüne dönerek Hasköy’de bir medrese açmış. Bizim köyümüz bulunduğu yerde son Sünni köyüdür. Köyümüzden sonra Tunceli’ye doğru Alevi köyleri başlar. Bu bölgede Alevilerle iç içe yaşadık. İlişkilerimiz daima iyi olmuştur. Medreseye çevre köylerden gelip dedemden ders alan çok sayıda insan vardı. Dolayısıyla medresenin varlığı sadece bizim aile için değil, çevremizdeki okuma oranının da yükselmesine sebep oluyor. Dedem, 1915’te kardeşi Molla Ahmet Efendi’nin Çanakkale Harbi’ne gidip şehit olmasıyla âma bir hâlde tek başına medreseyi yürütemiyor. Bir süre sonra medreseyi kapatarak kendi kabuğuna çekiliyor. Kitapları arasında 1927 tarihli bir belgede kendisine bundan sonra dini faaliyetlerde bulunmaması gerektiği, sadece cenazelerin defin işlerine yardım edebileceğini söyleyen bir yazı bulduk.
Köye dönecek olursak, o çevrede yalnızca bizim köyümüzde cami olduğu için bayram namazlarında çevre köylerdeki insanlar, Alevi köylerindekiler dahil bizim köyümüze gelirlerdi. Önce bayram namazlarını eda eder, burada bayramlaşır ve dağılırlardı. O dönemde kurban dahil tüm ibadetler bizim çevremizde huşu içerisinde gerçekleştirilirdi. Sünnisi, Alevisine bakmadan tüm insanların bir araya gelerek bayramlaştığı bir ortam düşünün. Bayram namazının ardından dışarıdan gelen misafirler bizim eve, amcamlara ve diğer komşulara dağılırdı. Evimizde her bayram mutlaka annemin yaptığı baklava ve su böreği sofrada olur ve gelen misafirlere ikram edilirdi. Dışarıdan gelen misafirler evlerde ağırlandıktan ve uğurlandıktan sonra bizler de çocuklar olarak köyün bir ucundan öteki ucuna tüm evleri ziyaret eder, bayramlaşırdık.
Bölgede hayvancılık yaygın olduğu için hayvanlar ayrıca kıymetlidir. İnsanlar ya düğünlerde ya da mevlitlerde et yiyebilir. Bazen de hatırlı bir misafir gelir ve onu ağırlamak adına hayvan kesilir. Dolayısıyla Kurban Bayramlarında veya diğer bayramlarda yapılan ikramlar insanlar üzerinde ayrıca manevi bir etki oluşturuyordu.
ÜSTAD’SIZ BİR BAYRAM
Geleneksel olarak her bayramın üçüncü günü dergide bayramlaşıyoruz. Kurban Bayramı’nda özellikle her sene bir kardeşimiz, kurbanını keser ve buraya bağışlar. Gelen misafirlerimize ikram edilir. Bu ayrı bir muhabbet ve sevgi ortamı oluşturur. Buraya gelen dostlarımızın elbette bir lokma ete ihtiyacı yoktur. Fakat buradaki o manevî atmosfer çok farklıdır. Her bayram bu geleneğimizi yerine getiririz. Bayramlar da ben; büyüğe, küçüğe bakmadan herkesi aramaya gayret ederim. Bizi manevi anlamda ve düşünce bakımından besleyen isimler ile de mutlaka bayramlaşırdık. Bugün de bunu devam ettirmeliyiz. Bu bayram benim için biraz hüzünlü. Üstad Sezai Karakoç’u her bayram mutlaka arar ve bayramlaşırdım. Şimdi bir tek Rasim Bey kaldı. Bu sevgi bağının da mutlak suretle böyle devam etmesi gerekiyor. Aksi hâlde bu modern şehir hayatında insanların artık birbirine hâl hatır soramayacağı bir döneme girmiş oluyoruz.
KAPİTALİST DÜNYADA BAŞKASI ADINA KONUŞULAMAZ
Geçtiğimiz günlerde sosyal medya tesettürlü fakat uç noktalarda dolaşan bir hanımın günümüzde kurbanın kesilmemesi, onun yerine ihtiyacı olanlara para yardımı yapılması gerektiğine dair bir paylaşımına rastladım. Bu söylemi destekleyenler de karşı çıkanlar da var. İslam’ın farz ve vacip ibadetleri asla tartışma konusu olmaz. Bir ibadet farz ise o ibadetin psikolojik ya da sosyolojik gerekçesine bakılmadan, mutlak suretle onun yerine getirilmesi gerekiyor. Bir grup insanın aşırı zenginleştiği, bir grubun da aşırı fakirleştiği kapitalist bir dünya şartlarında hangi zihniyette olunursa olunsun varlıklı bir hayatın içerisinde ise o dünyayı başkası adına konuşulamaz. “Kurban kesilmesin de onun parası fakire götürülsün, verilsin” denilemez. Bizim müslümanlar bazı ideoloji ve durumlar karşısında kendilerini küçük gördükleri, “küçümserlik duygusu”na kapıldıkları için ibadetleri savunmaya onlara birtakım gerekçeler uydurmaya çalışıyorlar. İbadetlerin psikolojik veya sosyolojik yönlerini bilim insanları oturup konuşsunlar. Sonuçta kurban bir ibadettir ve bu ibadetin mutlak surette yerine getirilmesi gerekir.
Ben kendi elimle çok kurban kestim. Kimse de bunu öne sürerek benim merhametimi sorgulayamaz. Kimse benim vahşi biri olduğumu söyleyemez. Zulüm gören, haksızlığa uğrayan ve mağdur olan insanlar karşısında korkunç bir acı duyuyorum. Günümüzde insan ölümleri sinema filmleri gibi bir gösterime dönüşüyor ve izleniyor. İnsanlar öldürülmüş, işkence edilmiş insanları artık etkilemiyor. Peki, bu kanıksanmışlık duygusunu neye bağlayacağız? Geçtiğimiz günlerde Fas’tan İspanya’ya giden 40’a yakın insan öldürüldü. İspanya başbakanı göçmenleri öldüren polisler tebrik etti. Bu düzende baktığınız zaman, bu eyleme tepki nedir? Kurbanın acımasızlık olduğunu söyleyen insanlar bu vahşete tepki verebiliyor mu?
Benim ev hayatında sağlık sorunlarım açısından daha çok bulunmam artık zorunlu. Benim genelde insanlarla ama daha çok çocuklar ve torunlarla ilişkim çok iyidir. Onlar da bana düşkünler. Bayram olunca çocuklar bilirler ki dedeleri, anneanne ve babaanneleri onlara bir takım hediyeler verecekler. Ortaokul ikinci sınıfta okuyan kız torunumla şöyle bir anlaşmamız var: Bir kitap okuyup bitirdiği zaman aramızda belirlediğimiz miktarda benden bir harçlık kazanıyor. Bu bağ, yalnızca torun ve aile ilişkileriyle ilgili değil. Dergide de farklı işlerde de mümkün olduğu kadar abi kardeşlik ilişkisini koruduk. Şimdi yaşımız kemale erdi. Dergide 5. kuşak dediğimiz 20’lı yaşlardaki arkadaşlarımızla birlikte çalışıyoruz. Onlar bizim çocuklarımızdır. Onlarla aramızdaki sevgi ve merhamet dilini bırakmadan ilişki kurmaya devam ediyoruz.
Diriliş düşüncesiyle devam ediyoruz
Endülüs’ten Rusya’ya doğu ışığı
Seyyahların ve oryantalistlerin bizim coğrafyamıza geliş gidişleri ve onların bakış açılarını ele alan “Doğu Büyüsü, Ah Kudüs” kitabım 2018 yılında ikinci bir baskı ile yayımlanmıştı. Sonrasında da bu konuda yoğun olarak çalıştım. Şu an da üç cilt daha hazır. İlk cilt Diyanet Vakfı Yayınları’ndan Endülüs, İspanya ve Girit’i ele alan “Doğu Işığı 1” olarak çıkacak. İkinci cilt “Doğu Işığı 2” Rusya’yı, üçüncü cilt ise Fransa’yı anlatacak. Bunlar tamamlandı, sonrasında da İtalya’ya başlayacağım. Bir de ara yazılarım var, yazılmış ama kenarda duran onlarla ilgili çalışmalar da devam ediyor. Bir de şu an dergide birkaç bölümünü yayınladığım “Belkıs ile Süleyman” romanı devam ediyor. Hazırda bekleyen iki öykü dosyası duruyor. Deneme dosyalarım var. Bir kısmı yayımlandı. Son olarak, “Dolunay Bestesi” benim şiirlerimi yayınladığım ilk kitabımdı. Bir yeni şiir dosyam daha hazır.