|

Gelenekten yeni reçeteler çıkarmalıyız

Mahmut Erol Kılıç , son kitabı Geleneğin Peşinde’yi anlatıyor. İslam maneviyatının en güçlü damar olduğunu hatırlatan Kılıç, “Bu düşünce geleneğimiz, bu damar, hem toplum hem insan inşamızda çok önemli. Bütün insanlığa da buradan reçeteler çıkarabilmek mümkün” diyor.

Latife Beyza Turgut
04:00 - 7/04/2024 Pazar
Güncelleme: 23:56 - 6/04/2024 Cumartesi
Yeni Şafak
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç

Günümüzde artık bireylerin ve toplumların radikal pozitivizmden, merhametsiz rasyonalizmden daha ötesine geçip hayatın manevi köklerini arayışlara yöneldiğini anlatan Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, bizim kültürümüzde bu dönüşümün en sağlıklı olanının Muhyiddin-i Arabi, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli gibi ustaların sürdürücüsü oldukları Tasavvufi İslam geleneği ile olduğunu söylüyor. Kılıç, “Bu doktrin ustaları yalnızca bize değil, René Guénon gibi bir Fransıza, Martin Lings gibi bir İngiliz’e dahi ilham veriyor. Mesela Guenon, bütün Batılı filozofları okumuş ama umduğunu İslam tasavvufunda bulmuştur. Bu çok muhteşem bir hazine” diyor. Klasik Hikmet ve İrfan düşüncesinin önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ile Sufi Yayınları’ndan çıkan son kitabı Geleneğin Peşinde’den yola çıkarak modern insanın geleneksel değerlere dönüşü bağlamında tasavvufun yerini konuştuk.

Kitabın ismindeki vurgu önemli. Biz geleneği kaçırmışız, kopmuşuz ama onun peşindeyiz. Tam olarak vurgulanan bu mu?

Aslında tam başlık “Kayıp Geleneğin İzinde” denilebilir. “Geleneğin Peşinde” demek. Benim burada ileri sürdüğüm tez yani bir bakıma kitabın ana fikri şudur: Bizim modern zamanlara gelinceye kadar sahip olduğumuz Geleneksel bir dünya görüşümüz vardı. Aynı zamanda bir ekosistemi vardı bu işin. Bunu bir akvaryum veya bir deniz olarak düşünebilirsiniz, yani orada balıklar yaşayabilsin. Bendeniz balık üzerinde yoğunlaşmaktan evvel bir deniz veyahut bir havuz olmadan o balığın yaşayamayacağına dikkat çekiyorum. İşte o havuz veya deniz ortamına biz Gelenek diyoruz. Bu Gelenek, bir düşünce geleneği aslında. Bir damar, bir silsile, bir anane, bir tradisyon bu. Türkçemizde iki manada kullanılıyor gelenek, bir tanesi küçük “g” ile yazılan ve daha çok sosyolojik manadaki örf ve adetler kastediliyor. Tabii ki bu örfler ve adetlerin içinde de büyük Gelenek doktrininden mülhem güzel örf ve adetlerimiz de var. İşte benim esas dikkat çekmek istediğim bu büyük “G” ile yazılan Gelenek. Her şeyin onunla değerlendirildiği bir “Doktrin”, bir “Mihenk Taşı”, bir “Dünya Görüşü”, “Pergelin Ayağı”, “Sâbite”… Buna Kur’an-ı Kerim diliyle baktığımız zaman meâlen; “Senden önce de peygamberlerimizi gönderdik… Sana indirdiğimizi Nuh’a, İbrahim’e, İsa’ya da indirdik…Bu Allah’ın size uzattığı bir iptir… Toptan Allah’ın ipine sarılın… Bu Sünnetullah’tır… Bu Âdetullah’tır… Bu Allah’ın boyasıdır… Bu Allah’ın ahlakıdır” şeklinde buna işaret eden bazı âyetler görürüz. İşte bizim Peygamber Efendimiz de böyle bir silsilenin, böyle bir damarın devamıdır. Evrenin işleyişinde, kozmolojide, makro kozmozda zaten böyle bir sünnetullah, bir adetullah görmekteyiz. Bir işleyen sistem var. Bu düşünce geleneğimiz, damarımız ihya olmadığı sürece ekosistemini oluşturmadan balığı yaşatmaya çalışmak gibi yanlış bir metodoloji olduğu kanaatindeyim. Bu evrensel yasanın son temsilcisi Hz. Peygamber Efendimiz’in Mekke hayatına baktığımız zaman işe önce ritüellerle başlamadığını görmekteyiz. Önce bir Geleneği oluşturmaya, tesis etmeye çalıştı. Önce bir doktrin inşa etti. O doktrin daha sonra Medine’de ritüellerini, kurumlarını oluşturdu.

Siyaset dahi bu gelenekle inşa edildi

1071’den sonra bizim Anadolu topraklarındaki İslam tecrübemiz bu irfani Gelenek damarı olduğu kanaatindeyim. Bunun kurucu babaları Muhyiddin-i Arabi, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli gibi âriflerdi. Bu bilgelerin fikirleri doğrultusunda insan ve toplum modeli inşa edildi. Hatta siyaset dahi bu perspektif üzerinden inşa edildi. Tasavvuf düşüncesinin “vahdet’te çokluk” anlayışı Osmanlı Devleti’nin üç kıtada muhtelif etnik yapıları bir arada tutabilmenin en önemli fikri arka planıydı. Ve bu gelenek açık ve net bir şekilde tasavvufî İslam’dan alınma idi. O zamanlar buna “Tasavvufî İslam” denmezdi. Adı doğrudan İslam’dı çünkü tasavvufî olmayan İslam yoktu. Şeyhülislama gittiğiniz zaman, mesela Molla Fenârî’ye gittiğiniz zaman, bürokrasiye, siyasete gittiğiniz zaman da, padişaha da sorsanız onların İslam’ı buydu.

Peki, Gelenekten kopuş noktası neresiydi?

1920’lerden sonraki ülkemizdeki dönüşüm, bu geleneksel damarı dışlayıp Batılılaştırma modasına girmesiyle beraber tabiki insanımızın gelenekle kordon bağları kesilmiş oldu. Daha sonra 50’ler ve 60’lara kadar süren 30-40 yıllık fetret döneminden sonra yeniden ihyaya başladıklarında o aradaki kopuk hattı birbirine eklemek, bağlamak yerine, yeniden sıfırdan başlarcasına bir harekette bulundular. Türkiye siyasal İslamcı hareketinin referans noktalarında Mevlânâ’yı göremezsiniz, Yunus Emre’yi göremezsiniz… Bu aslında yeni bir düşünce tarzıdır ve tecrübe edilmemiştir. 1920’lerden itibaren tecrübe edilmeye Müslüman Kardeşler hareketi ile başlandı. Aslına bakılacak olursa Hasan el-Benna’nın kendisi bir Şazeli dervişiydi. Yapısal olarak da aslında Şazeli tarikat modelinin sosyalleştirilmiş haliydi. Ardından gelenler bu davranışı sürdüremediler ve Selefileştiler. Sonra onları pasiflikle suçlayan daha radikal akımlar Kardeşler’i bıraktılar. Daha uç noktalara vardılar. Bugün o damarın vardığı tepe nokta El-Kaide oldu.

Türkiye’de bu akım nasıl ilerledi?

Bizim Türkiye siyasal İslam düşüncesi de üç aşağı beş yukarı bu şekilde ilerledi. Tabii ki bunun güçlenmesinde karşı tarafın yani radikal kemalistlerin jakoben tavırları da etkili oldu. Geleneksel İslam’da merciiyyet, daha çok “ulemâ ve urefâ” yani “ârifler ve âlimler” elinde iken bunlar üzerindeki baskılardan dolayı gazeteciler, yazarlar, şairler eliyle temsil edilmeye başlandı. Bu 1940’lara kadar da devam etti aslında, birden kopmadı. Ama daha sonra o bağlantı kopunca bu sefer mesela bir gazeteci veyahut bir şair ya da bir politikacı temsil makamına geçmeye başladı. Böylece Türkiye çağdaş İslami hareketi adeta sıfırdan başlar hale geldi. Bir Geleneğe dayanmayan hareketler köksüz olurlar, bir dönem için parlar sonra sönerler.

Selefizmde manevi arayış cevapsız kalır

Türkiye Müslümanları eğer ihyayı düşünüyorsalar, bunun sadece siyasal retorikle olmayacağını bir kere bilmeleri gerekir. Siyasal İslamî harekette modern insanının bunalımına dair bir cevap bulmazsınız. “Benim Allah ile ilişkim nedir, Allah benim neyin olur?” sorularına cevap aranmaz. Hareketin doktrin yapısı Selefizm’e dayandığı için, o da hiçbir yoruma izin vermeyen bir şekilde bazı ayetler ve hadislerin zahiriyle kendini sınırladığı için kalbe ve ruha inemez. “Hadesten taharet” babından öteye geçemez. Oysa beden ve kalb bütün hâdis olanlardan nasıl tathir edilir boyutunu vermez. O zaman dünyada bir maneviyat bunalımı başlar. Özellikle Batı insanında ciddi bir spiritüel arayış var. Bu arayışa siz böylesi bir Selefizm üzerinden ne cevap verebilirsiniz ki?

Batılıların geçmişinde böyle bir gelenek mevcut muydu peki? Bu arayışın nedeni nedir?

Batının da özellikle Fransız devriminden sonra baskılanmış, üstü örtülmüş bir Gelenek damarı var. Bu damar şimdi yeniden ihya olmaya başlandı. Hatta bazı Batılılar sahih, otantik bir Gelenek arayışlarında sufilerden istifade ile İslami geleneğe geliyorlar diyebilirim. Mesela René Guénon, Martin Lings, Titus Burckhardt gibi çağımızın bazı Batılı düşünürleri böyle. Karşı devrimci akımlar güçlenmeye başladı. Mesela 1917 Ekim Devrimini rafa kaldırmış bir Putin, bunun çok önemli bir örneği. Komünist devrimin getirisi neyse aldı geri kalanını çöpe attı. Hatta Putin’i destekleyen partilerden biri resmen çarlık, imparatorluk yanlısı. Çin’de de yeniden Taocu geleneğe geri dönmekle ilgili ciddi bir akım var. Tabii bu arada sahih, otantik olmayan gelenek tarafına sapanlar bazı ultranasyonalist ve ırkçı söylemlere kaydılar.

Batı’da geleneklere dönüş var

Avrupa’daki aşırı sağcı ve hatta ırkçı gençlerin arka planlarında bu yanlış geleneklere geri dönüş var. Ama bunun sağlıklı bir dönüş olması lazım. Bizim topraklarımızdaki bence en sağlıklı olanı. Bizim doktrin ustalarımız yalnızca bize değil, René Guénon gibi bir Fransıza, Martin Lings gibi bir İngiliz’e dahi ilham veriyor. Mesela Martin Lings, çok muhteşem bir Shakespeare uzmanıdır, asil bir İngilizdir. Bütün İngiliz filozoflarından istifade etmiştir ama tam aradığını bulamamıştır. Buna karşın umduğunu İslam tasavvufunda bulmuştur. O açıdan bizimkisi çok muhteşem bir hazine.

Son olarak, geleneği yeniden ihya etmek başarılabilir mi?

Su yatağını bulur. Samimi Müslümanlar asli yapılarını muhakkak bulacaklardır. Çünkü doktrinleri çok sağlamdır. Oysa ideolojilerin bir ontolojileri olmadığı için sabun köpüğü gibidirler ve daha çok refleksif, yani karşı taraf saldırdığı sürece oluşan hareketlerdir. Ama tasavvuf öyle bir şey değil. İçten de dıştan çok yıkmaya çalışıldı ama doktrini sağlam olduğu için hâlâ ayakta. Ben İslam ruhaniyetinin, İslam maneviyatının çok güçlü bir damar olduğu kanaatindeyim. O damar, hem toplum hem insan inşamızda çok önemli. Bütün insanlığa da buradan reçeteler çıkarabilmek mümkün. Siz bir topraklara doğru bir doktrini ektiğiniz zaman orada evrensel bir medeniyetin inficar ettiğini görürsünüz. Ama yanlış bir doktrini ektiğiniz zaman da bugünkü -son yirmi yıllık- Afganistan’ı görürsünüz.Vurgulamaya çalıştığım özetle doğru doktrinin inşasıdır. Onun için Türkiye Müslümanı geleneğini keşfetmeyi bekliyor. Gelenek orada duruyor ama Müslümanım diyen ne zaman o geleneğe tekrar atıfta bulunmaya başlayacak sabırla bekliyoruz.

Gelenek, Tasavvufi İslam ile aynı manada

Geleneksel değerler ve dini değerler aslında birbiriyle iç içe değil mi?

Din’in değişmez, aslî yönünü ifade etmek için Gelenek kavramını kullanmamız aslında René Guénon’la başlıyor ve daha çok Batılı toplumlar bağlamında düşünülmüş bir teklif. Bilindiği gibi Latince “religiara” yani ‘Bağlanmak’ kökünden gelir “Religion” kelimesi. Türkçeye “din” olarak çevrilen bu kelime zamanla dinin sadece ve sadece ritüel ve merasim kısmını anlatır olmuş. Manevi yönünü dışlamış. Bizim kültürümüzde bu “Şeriat, tarikat yoldur varana - Hakîkat, marifet andan içeru” diyen Yunus Emre’nin dört katlı İslam anlayışında ilk basamak olan “şeriat” düzeyi olarak anlayabiliriz. Guénon diyor ki, “Religion’un değişen zahiri yönünün yanısıra çağlar üstü değişmez bir üst yapısı vardır. İşte ona “Tradition” diyor. Aslında bir bakıma bizim tasavvufta Din’in Hakikati dediğimiz şey Batı dillerinde “tradition” ile karşılanmış oluyor. Değişmeyen Evrensel Hakikat.

Kalp ayrı akıl ayrı bir anlayış olamaz

İfadelerinizde sıklıkla akıl mertebelerinin en üst kademesinin kalp olduğunu anlatıyorsunuz. “Akıl” ve “kalbin” günümüzde taşıdığı anlamlar o halde çok doğru değil?

Gelenek bize bunu açıklıyor. Diyor ki, insanda birden fazla bilme merkezi yok. Parçalanmışlığı kabul etmiyor. Bir tane insan var. O insanın bir tane bilme melekesi var. Ne var ki o bilme melekesinin dereceleri, katmanları var. Dolayısıyla bunun en alt düzeyde işlenmemiş, parlatılmamış hali; sadece saf dış nesneleri görerek, koklayarak, elleyerek, işiterek yani beş duyu organının taşıdığı verilerle anlamaya çalışan bir düzeyi var ki biz buna “akl-ı maaş” diyoruz. O da ne kadar bize mutlak bilgi taşıyor, ayrı bir konu. Benim gördüğüm şey ne kadar doğru, kokladığım ne kadar doğru, işittiğim ne kadar doğru? Buna girmeyeceğim çünkü uzun bir konu ama bu konuda ciddi sarsıcı deneyler var. Göz yanılması, gözün sınırlı oluşu. Mesela ben arkamı göremiyorum, bana verilen bir açı var. Açıyla sınırlıyım. Bana göre bir frekans aralığı var, o frekans aralığını işitebiliyorum v.s. O zaman bu beş duyu organının taşıdığı bilgi bana ne kadar mutlaklık bilgisi verebilir ki? Mutlaklık dediğim; Allah’ı tanımak, Allah üzerine konuşmak, metafizik yapmak… Bunlar için sadece bu beş duyu organıyla iktifa etmek gülünç bir şey, mümkün değil. Yani okyanusu bir bardağa sığdırmak gibi. Ama şu an rasyonalist ilahiyatçıların yapmaya çalıştığı şey bu. Ârifler ise diyorlar ki, “Aklın dereceleri var. Akl-ı maâş yani günlük akıl, pratik akıl, başlangıç düzeyi. Herkeste var. Sonra tekâmül ettiriyorsunuz. Bunun bir en üst düzeyi var ki, o en üst düzey ancak Rabbini biliyor, tanıyabiliyor, anlamlandırabiliyor. Metafizik ancak bu yapabilir.” O akla “akl-ı küllî” diyorlar ve işte o akl-ı küllî’nin bir diğer adı da ‘kalp’tir diyorlar. Kalp ayrı akıl ayrı diye bir anlayışları yok. Sen akl-ı maâşla gidip ancak ekmek alabilirsin. Kimse bakkala ilhamla, vahiyle gitmez yani. Ücretini verir ekmeğini alırsın. Soru burada; “Ekmek alırken kullandığı o akıl düzeyini Tanrı’yı bilmeye de kullandırmaya zorlamak.” Bulamayınca da çatlıyor, patlıyor, intihar ediyor veya “Tanrı yok” diyor. Neden? Çünkü ben onu göremiyorum, hissedemiyorum, o zaman benim göremediğim bir şey yoktur gibi bir hükme varıyor.

Sathî bilgiyle maverayı anlamlandıramazsınız

Ama evrensel ilahî Geleneğin son kitabı Kur’an’a baktığımız zaman, diyor ki, “Biz size ilmi derece derece verdik… İlimde derinleşenler ancak bunu bilir.” Demek ki bir sathi yani yüzeysel bilgi var, bir de daha üst dereceler var. Sathi bilgiyi de inkar etmiyoruz. Ama sathi bilgiyle sen maverayı anlamlandıramazsın. Bugün Batıdaki bilimsel gelişmeler sufilerin müşahedeleri ile o kadar örtüşmeye başladı ki Müslüman câmia bundan bihaber. Mesela kuantum fiziğinde ve kimyada enteresan laboratuvar buluşları, manevi buluşları ile örtüşmeye başladı. Makas tekrar daralmaya başladı. Kuantum teorisyenlerinden Sicim teorisini ortaya atanlar “Biz bunu Mevnânâ’nın bir şiirinden ilhamla oluşturduk” diyor. “Evrende her nesne birbirine görünmez bir sicimle bağlıdır” diyen Mevlânâ’dan ilham alınmış. Af buyurun, “elin gavuru” Mevlânâ’dan ilham alıyor, yine “elin gavuru” Paulo Coelho, Simyacı’yı yazıyor ama biz Mevlânâ şekeri, Mevlânâ pidesi yapıyoruz. İşte burada bir algı sorunu var, modelleme sorunu var. Hasılı siz doğru bir düşünce geleneği inşa edemezseniz onun insan, toplum ve hayat anlayışını oluşturamazsınız.



#Edebiyat
#Aktüel
#Hayat
23 gün önce