|

İmparatorluk’tan Cumhuriyet Türkiye’sine 99 Mektup!

Ömer Koç’un koleksiyonundaki mektuplar kitapta toplandı. Büyük adamların insanî zaaflarını, meziyetlerini, kavgalarını, dostluklarını, çekişmelerini Bâki Muhabbet’i okuyunca göreceksiniz. İmparatorluk’tan Cumhuriyet Türkiye’sine gönderilen bu mektuplar hiç kuşkusuz önemli bir belge ve kaynak olmasının yanında, saltanatlı bir üslûpla yazılmış edebî metin parçalarıdır.

Yeni Şafak
04:00 - 24/02/2017 Cuma
Güncelleme: 23:26 - 23/02/2017 Perşembe
Yeni Şafak
İmparatorluk’tan Cumhuriyet Türkiye’sine 99 Mektup!
İmparatorluk’tan Cumhuriyet Türkiye’sine 99 Mektup!
SELÇUK KARAKILIÇ


Geçtiğimiz Ocak ayı başında ebedî âleme uğurladığımız Orhan Okay Hoca, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı isimli eserinde, mektubu edebî türler arasında alt kategoride bir mevkide tartışmış, mektubun “insanların özel hayatını ve sadece yazıldığı kişiyi ilgilendirdiği için doğrudan doğruya edebî bir metin sayılamayacağını" ileri sürmüştü.



Mektupların hiç kuşkusuz edebî bir tür olarak kabul edilebilmesi için dil, üslûp, kompozisyon ve bir miktar kurmaca özelliği taşıması gerektiğini de dile getiren Okay'a göre, bugün mektubu edebî bir tür olarak benimseyenlerin yanında makale, deneme, roman türlerinde kullanılan ifade tekniklerinden biri olarak kabul edenlerin de olduğunu, ancak özel mektupların edebî bir tür olmasından çok birer belge niteliği taşıdıklarını yazmaktadır.



Hiç şüphesiz sıradan insanların yazdıkları mektupların bir anlamı bulunmakla birlikte, edebiyat, sanat ve siyaset adamlarının yazdıkları mektuplar bu tanımının ötesinde bir anlam kazanmaktadır. Edebiyatçılar arasında belirli bir konu üzerinde yayımlanması maksadıyla saltanatlı bir üslupla yazılan mektuplar, onu ziyadesiyle edebî bir türe yaklaştırır.



Orhan Okay hocamızın da vukufla belirttiği gibi, esasında seçkin isimlerin yazdığı bu tarz mektuplar, “tarihî, sosyal, siyasî, felsefî ve edebi konularda dönemlerine kişilere ve kişiler arasındaki ilişkilere, sanat eserinin arka planındaki çok defa bilinmeyen oluşum safhalarına ışık tutan, dolayısıyla monografik/biyografik araştırmalarda önemli kaynaklardan birini teşkil etmektedir".



KEŞFEDİLEN NADİR YAYIN


Özel mektuplar, Batı edebiyatında XVI. yüzyıldan itibaren derlenip yayımlanmış, iki asır sonra da edebî bir tür olarak benimsenmişti. Oysa Türk edebiyatında, özel mektupların yayımlanması ancak Batılılaşma sürecinde başlamış, günümüze kadar gelmişti. Ne var ki edebiyat, sanat ve siyaset adamlarımızın özel mektupları ya göz ardı edilmiş veya çoğu zaman sansürlenerek, orijinal halinden koparılarak kırpılarak yayımlanmıştır. Batı edebiyatı ne kadar açıksa Türk edebiyatı da o kadar gizgin, kapalı olmayı tercih etmiş, mahremiyet olarak gördüğü bu özel dünyaya yeteri kadar ilgi göstermemişti. Hatta daha dikkatli bakılırsa, son zamanlarda şair ve yazarların gazete, dergi sayfalarında ya yazarı tarafından kitaplaştırılmaya değer görülmemiş, ya bizatihi yazarınca unutturulmak istenmiş veya bunların dışında bir sebeple kimsenin fark edemediği yazılar, fıkralar, röportajlar, denemeler çeşitli araştırmacılar tarafından bulunarak kitaplaştırılmasına rağmen yazar, şair, ressam, siyasetçi veya romancılarımızın mektuplarının keşfedilerek yayımlanması nadir görülen adetlerimizdendir.



Edebiyat kamuoyunun ilgisini çeken vitrindeki yazarın kıyıda köşede kalmış her metin parçası edebiyat kâşifleri tarafından kitaplaştırılarak okuyucuyla buluşturuluyor. Dolayısıyla vitrindeki yazarın mektuplarının ilgi uyandırması da kaçınılmaz oluyor.



Edebiyat, sanat ve siyasetçilerimizin yazdıkları mektupların dil, üslup ve kurmaca özellikleri dikkate alındığı takdirde, bu mektupların asıl değeri anlatılan olayın arka planındaki işaret taşlarıdır. Büyük bir olayın, toplum hayatımızda iz bırakan bir hadisenin, yazar ve şairlerimizin meydana getirdiği eserlerin nasıl yazıldığının veya hangi olayın ilgili eserin yazılmasına yol açtığının cevaplarını bu özel mektuplarda bulmak mümkündür.



Süleyman Nazif'in 1924 yılında Mithat Cemal Kuntay'a gönderdiği meşhur mektubu, Mehmet Akif isimli muhalled eserini nasıl ve niçin yazdığını anlatan canlı bir belge niteliği taşıyor. Nazif, on altı yıl önce Mithat Cemal'in kendisini Akif'le tanıştırdığı için bu kitabı yazdığını belirtiyor ki, bu mektup sayesinde eserin neden yazıldığını anlıyoruz.



Politik gündemin inişli çıkışlı olduğu şu günlerde, biraz geçmişin güzel havasını teneffüs etmek istiyorsanız, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin edebiyat, sanat, siyaset sahalarında önemli roller ve görevler üstlenmiş seçkin isimlerin yazıp çeşitli dostlarına gönderdiği ve Bâkî Muhabbet adıyla yayımlanan doksan dokuz mektup içinizi ısıtacaktır.







KOLEKSİYONDA KİMLER VAR?


M. Ömer Koç Koleksiyonu'ndan derlenerek Vehbi Koç Vakfı'nın özenli ve çok saltanatlı baskısıyla yayımlanan ve geçmiş günlerin incelikli ve zarif duygularını terennüm eden Bâkî Muhabbet isimli bu dikkat çekici eser, 1890-1960 yılları arasında eski harfle (rika) yazılmış doksan dokuz mektuptan oluşuyor:



Midhat Paşa, Hoca Ali Rıza, Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik, Ali Ekrem Bolayır, Abdülhak Hamid, Arap İzzet Paşa, Prens Sabahaddin, Süleyman Nazif, Recaizade Ekrem, Mehmed Kazım, Ahmet Haşim, Lütfi Fikri, Halid Ziya, Yunus Nadi, Abdullah Cevdet, Besim Ömer Akalın, Mustafa Kemal, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ali Haydar Midhat, Ali Canip Yöntem, Süreyya Paşa, Yahya Kemal, Cemal Paşa, Keçecizade İzzet Fuat Paşa, Ruhi Arel, Cenap Şahabeddin, Tevfik Fikret, Faruk Nafiz, Tunalı Hilmi Bey, Safveti Ziya, Nahid Sırrı Örik, Yaşar Nabi Nayır, Ahmed Refik Altınay, Abdülhak Şinasi, Yusuf Ziya, Selim Sırrı, Şevket Dağ, Nevzat Tandoğan, Rıza Nur, Fuad Şemsi İnan, Refik Halid, Ziya Osman Saba, Cemal Nadir, Hakkı Tarık Us, İzzet Melih, Ali İhsan Sabis, Muhsin Ertuğrul, Cevat Şakir, Fikret Adil, Faik Ali Ozansoy, Cemal Tollu, Baki Süha Ediboğlu, Orhan Veli, İbrahim Hakkı Konyalı, Ramiz, Midhat Cemal, Raşit Rıza, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Mesut Cemil Tel, Cemal Bardakçı, Reşad Ekrem Koçu, Fahrettin Kerim Gökyay, Elif Naci…



İmparatorluk Türkiye'sinin önemli devlet, siyaset ve sanat adamlarının yanı sıra Cumhuriyet devrinin meşhur isimlerinin de yer aldığı bu devasa kitapta dikkat çeken bir ayrıntı var: Radikal bir kararla 1928 yılında Harf İnkılabı yapan Türkiye'nin büyük aydınları hem alışkanlıklarını terk etmedikleri hem de emperyal terbiye ve birikimleri sayesinde komplekssiz davranarak mektuplarını eski yazıyla yazmaya devam ettikleri görülüyor. Harf İnkılabı'nın üzerinden belki on belki yirmi yıl geçmesine rağmen Orhan Veli, Cevat Fehmi Başkut, Tahir Olgun, Faruk Nafiz başta olmak üzere kitapta yer alan bütün isimlerin eski yazıyla yazmaktan sakınmadıkları, bunu ideolojik değil pedagojik bir mesele olarak gördükleri anlaşılıyor. Belki asıl dikkat çekici husus ise, koleksiyonun sahibi Ömer M. Koç'un “Eski harfleri öğrenmeme vesile olan sevgili halam Sevgi Gönül'ün aziz hatırasına" diye başlayan ithaf cümlesidir. Bu ithaf, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın “devam ederek gelişmek, gelişerek devam etmek" vecizesini hatırlatıyor.







AHMET HAŞİM VE İSMAİL HAKKI KONYALI'NIN SİTEMİ


Göl Saatleri şairi Ahmet Haşim'in Düyun-u Umumiye'de kendisine iş bulan yakın dostu İzzet Melih Devrim'e yazdığı mektubunda, kurum içindeki çekişmelerden bahsederek kendisi aleyhine çalışan özel kalem müdüründen şikâyet etmektedir. Duyun-u Umumiye dairesinde Fransızca kâtipliğine geçmek üzereyken Hazan Efendi'nin “Ben bu memurdan fevkalâde memnunum, bana lâzımdır size vermem" itirazıyla yerinde kalan ancak Haşim'in asaleten atanacağının da garantisini almasına rağmen Hazan Efendi de aldatılmış ve sonuçta şairimiz yine yevmiye usulü çalıştırılmaya devam ettirilmiştir. Hazan Efendi'nin “Yeniden tecrübe edilmeye ihtiyacı yoktur, bu adam idarede yüz kişiye ders verecek kabiliyettedir" diye övgüyle bahsettiği Haşim, kendisini Düyun-u Umumiye'ye aldıran yakın dostu İzzet Melih'e şöyle yazmaktadır: “Azizim İzzet Bey bu yevmiyecilikle ebediyyen bu idarede çalışmak haysiyetli bir adam için züldür. Yevmiyecilik bir tecrübe devresi için kabul edilebilir fakat müddet-i hayat için değil. Evvelce bu husustaki dostane muavenetiniz beni siz bu mektubu yazmaya sevk ediyor. Siz bu idarenin başında duranların belki hepsini tanırsınız lütfen bu vaziyetin ne zamana kadar benim için devam edebileceğini anlamak zahmetini ihtiyar eder misiniz? Sizden alacağım malûmata göre tatbikine çalışacağım bir hayat yolu var. Miskin bir memur halinde buralarda sürükleneceğime aventure'e dönmeyi bin kere tercih ediyorum. Ben memuriyeti adileşmek için kabul fikrinde değilim. Sizden cevap ümit edeyim mi?"



Sadece Haşim değil, İbrahim Hakkı Konyalı da dert yanıyor. Muvaffak Sami Onat'a yazdığı bir mektubunda İbrahim Hakkı, “hayata gözünü açtığı Konya'nın dedikodu, nifak ve fesat kumkumalarından" şikâyet ediyor. İbrahim Hakkı'nın Konya Belediyesi adına yazdığı kitap aleyhinde “ikide birde mahalli gazeteciklerde şuursuzca çimdiklemeler olduğunu" yazan Konyalı, endişesini şu sözlerle dile getiriyor: “İlmi bir tenkit olsa yüreğim yanmaz. Bana öyle geliyor ki müthiş ve korkunç bir haset ve kin bu kitabın çıkmasını istemiyor. Kitaplar muharrir ve müelliflerinin çocuklarına benzerler. Kuzguna yavrusu güzel görünür, onun bir tüyüne bile dokunulmasını istemez. Kitabımın şunun bunun eline geçmesine ve yankesicilik suretiyle içindeki vesikaların ve fotoğrafların aşırılmasına gönlüm razı değildir".







TEVAZU VE ŞİKÂYET


Cumhuriyet'in ilk yıllarında başına gelen garip ve karanlık olayların sonucunda takibata uğrayan ve büyük bir badire atlatan Üsküdarlı Hoca Ali Rıza, dostu hatta İsmail Hakkı Altunbezer'e “Ah ne olur" der, “bir kere Zonaro veyahut Valeri ile samimâne bir musâfaha olsa idi" ve ekler: Herifler herhalde bir İngiliz mengenesine kaptırdıklarına hükümde tereddüt göstermeyeceklerine eminim. Cenab-ı Hak sıhhat ve selametinizi afiyet ve kuvvetinizi müzdâd ve firâvân buyursun iki gözüm".



Rıza Nur da başına gelen felaketlerden ötürü Allah'a şükretmesi tavsiyesinde bulunan Fuat Şemsi'ye Mısır'dan yazdığı 10 Kasım 1937 tarihli mektubunda, “tanrıya şükrettiğini, Allah'ın kendisini pislikler, hırsızlıklar, namussuzluklar çöplüğüne atmadığını ve yolunun üstüne geldiyse de tutup kolundan başka yola çektiğini" kaydederek şöyle yazıyor: “Bana makbul işler gördürdü. Bir halis dindar gibi hazâ min fazli rabbi derim. Eza ve cefa, mahrumiyetler çok verdi. Ama bunlar ötekine nisbetle baklava gibidir. Buna da şükrederim. Erenlere çile lâzımdır".



Fuat Şemsi'nin Namık Kemal hakkında verdiği bilgiden çok memnun olduğunu belirten Rıza Nur, onun sürgününe sebep olanları yazdığını ancak Fuat Şemsi'nin son verdiği bilginin elinde olmadığını, olsaydı muhakkak yazacağını söyleyerek Abdülhak Hamid'i şöyle şikâyet etmektedir: “Nefyine sebeb olan şeyi yazmıştım ama onun böyle bir bilet olduğunu hiç bilmiyordum. Evvelce bilseydim derc ederdim. Demek Harzemşah'ın bir kopyası Hamid'de idi. Kim bilir kimin eline geçti? Oğluna bin rica ettim. Bana küfür yolladı. Başkaları tarafından kendi namlarına istettim. Kimseye bir kelime söylemedi. Hele Kemal'in kendi elyazısıyla olan divanını görmek için birkaç adamı musallat ettim. Göstermedi".



Gizli hazinenin gün ışığına çıkarılması amacıyla koleksiyonunu açarak Türk kültürüne eşsiz bir eser kazandıran Ömer M. Koç'a, Vehbi Koç Vakfı ve Sadberk Hanım Müzesi yöneticilerine baki muhabbetlerimle…





#İmparatorluk
#Cumhuriyet
#Ömer Koç
7 yıl önce