|

Kulluğumuzun boyutları

İslam inancını, ibadetlerini ve ahlâkını ortaya koyan vahyin adı Kur’an’dır. Kur’an’ın pratik hayattaki uygulaması olan ve bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatında şekillenen sünnet ise ikinci kaynaktır. Allah’ın bilgisi olan Kur’an, yaratıcının insanın bütün yaşamını kuşatan buyruklarını içermesi, mutlak doğru olması ve değişmemesi açısından önceliğe sahiptir.

04:00 - 1/04/2023 Cumartesi
Güncelleme: 06:42 - 1/04/2023 Cumartesi
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
Enbiya Yıldırım

Din, insanın yaratıcısı, kendisi, diğer insanlar ve evren ile ilişkilerini sağlıklı bir şekilde düzenlemek üzere, Allah tarafından konulmuş olan değerler manzumesinin genel adıdır. Dinin varoluş amacı, insanın gerçek anlamda mutluluğu yakalayabilmesidir. Bütün hayatı kuşatıcı özelliğiyle, insanî ilişkilerin hepsini bu bütünlük içinde kavrar, ona şekil verir ve bir güzergâh belirler. Din, bütün bunları, peygamberler vasıtasıyla gönderilen vahiyle gerçekleştirir.

İslam inancını, ibadetlerini ve ahlâkını ortaya koyan vahyin adı Kur’an’dır. Kur’an’ın pratik hayattaki uygulaması olan ve bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatında şekillenen sünnet ise ikinci kaynaktır. Allah’ın bilgisi olan Kur’an, yaratıcının insanın bütün yaşamını kuşatan buyruklarını içermesi, mutlak doğru olması ve değişmemesi açısından önceliğe sahiptir. Hz. Peygamber de Kur’an buyruklarını insanlığa ulaştıran ve Mutlak Varlık ile temas eden elçi olarak, bu buyruklarda kastedilen meramı ilahî hakikate göre en iyi anlayan, ilk müfessiri olarak en iyi açıklayan ve irşad eden olarak, Kur’an’la birlikte olmazsa olmaz bir konumdadır. Onun yaşamı Kur’an’ı yaşama geçirme örnekliği açısından da çok büyük bir önemi haizdir. Hz. Aişe’nin Rasûlullah’ın yaşam tarzını tanımlarken “ahlâkı Kur’an idi” (Muslim, Musâfirîn, 139) demesi bu gerçekliğe vurgu yapmaktadır.

Son Kitap’ta birkaç yerde Allah’ın sünnetinden bahsedilir. (Ahzab 62 gibi) Bununla Allah’ın insanlar hakkındaki fiilî ilkeleri ve yasaları kastedilir. İslam geleneği içerisinde sünnet dendiğinde ise, Kutlu Elçi’nin hareket tarzları ve devam ettirdiği davranışlar anlaşılır. Bunlar, her seviyedeki Müslümanlığın hayat kurallarını oluşturur. Fiziksel, ahlâksal, toplumsal, manevî ve diğer boyutlarıyla sünnet, nasıl mümin olunacağının formatını belirler, Müslümanı Müslüman yapar.

Allah ve Rasûlü’nün bildirimlerine mutlak teslimiyet ve tam itaat gerekir. Çünkü iman, bu ikisi olmadan gerçekleşmez. Burada, imanla birlikte imanın ardında bulunanları da kabul etmek ile baştan inanmamak arasında bir tercih söz konusudur. Bunlar kabul edilince İslam’ı özümsemiş bir inananın Allah’ın çizdiği yoldan sapması, Rasûlü’nün emrine aykırı davranması durumu ortadan kalkar. Kişi gerek kendi şahsında, gerek ailesinde ve gerekse çevresinde Allah’ın ve Son Elçi’sinin çizdiği ahlâkî yola muhalefetten sakınır. Bu yüzdendir ki, Müslümanlıkta, bir davranışın veya hareketin ahlâkî olup olmadığını, iyi veya kötü oluşunu belirleyen tek ölçüt dinî emirlere uymak veya uymamakla kendisini gösterir. Eğer Allah ve Habîb’inin emirlerine uyuluyorsa bu iyi ahlâk, aykırı davranılırsa kötü ahlâktır. Bunun karşılığı da sevap ve günahtır. Bu noktada mümine gerekli olan, ilahî buyruklarla kendisine çizilen sınırlar içerisinde kalmaktır. Fıtratıyla son derece uyumlu olan görevlerini aksatmadan, Elçi’nin getirdiği yaşam tarzının özünü yakalamak, bunu uygulamaya çabalamak ve aşırıya gitmemektir. Çünkü hiç kimse Rasûlullah’dan daha iyi Müslüman olamaz. O halde en iyi inanan, dinî çerçeveye daha büyük oranda uyabilendir.

Kur’an ve Hz. Peygamber insan davranışlarının tamamını Allah’a itaat ve ibadet çerçevesinde ele alır. Bu nedenle ahlâkî olan bütün davranışlar adeta namaz, hac ve oruç gibi yapılması belli zaman veya periyoda bağlanan ibadetler konumuna gelirler. Böyle olunca da îfası durumunda sevap söz konusu olur. İbadetlerin yerine getirilmemesi nasıl günah oluyorsa, ahlâkî olmayan davranışlarda da günah söz konusu olur. Doğruların mükafatının cennet olması (Fussılet, 32), iyi işler yapanlara altlarından ırmakların aktığı cennetlerin verilmesi (Bakara, 25), arkadan çekiştirenin cehenneme atılması (Humeze, 1-9), yetim malı yemenin büyük günah oluşu (Nisa, 2) gibi. Hz. Peygamber’in şu iki hadisi de konumuzla ilgili örneklerdir: “Aman yalandan sakının. Zira yalan kötülüğe; kötülük de cehenneme götürür. Aman doğruluktan ayrılmayın. Zira doğruluk iyiliğe; iyilik de cennete götürür.” (Buhârî, Edeb, 69) “Ateş odunu nasıl yakıp tüketirse, haset de iyilikleri öylece yiyip tüketir.” (İbn Mâce, Zuhd, 22)

Burada dikkat çekmemiz gereken çok önemli bir nokta vardır: “İbadetlerin yerine getirilmesi ve ahlâkî yaşam”, hiçbir sıkıntı ve zorluk çekilmeden, insiyâkî tarzda çok kolayca yaşama geçirilebilecek bir yapıda değildir. Öncelikli olarak Kur’an’ın da belirttiği gibi dünya bir sınav yurdudur ve insan İslam’dan değil de kendi tabiatındaki kötü eğilimlerden dolayı bunları yaşama geçirmekte (şahısta şahısa değişebilecek meyillerden dolayı) birtakım zorluklarla karşılaşabilir. Esasında, bu sıkıntılar ve zorluklarla karşılaşan insan, dinin kendisinden istemiş olduğu ibadet ve davranışların kesin doğrular olduğunun farkındadır; problemin nefsânî eğilimlerine boyun eğmesinden ve haricî nedenlerden kaynaklandığını çok iyi bilir. Dolayısıyla sorun bireyin bunları kabullenip yaşama geçirebilmesindeki engellerden kaynaklanmaktadır. Zaten bu yüzdendir ki İslam, “sarp yokuşu tırmanmaya ve aşmaya” (Beled, 11) benzettiği ahlâkî vazifeleri yerine getirme çabasının sürekli olmasını istemiştir. Hz. Peygamber’in cennetin insanın nefsine zor gelen, cehennemin de nefsin isteklerine hoş gelen şeylerle çevrili olduğunu belirtmesi (Buhârî, Rikâk, 28) bunu daha anlaşılır kılmaktadır.

İslam’da ibadetler, ahlâkî davranışlar velhasıl her şey Allah rızası merkezlidir. İnsan davranışlarının peşinden sevap alacağını ve cennete gideceğini bilse bile, bu davranışının ardında dünyevî bir beklentisi olmamalıdır. Mümin, Allah buyruğunu yerine getirmek için ve erdemli yaşamanın gereği olduğundan dolayı bir eyleme girişir. Nitekim Kur’an insanın emrolunduğu gibi dosdoğru olmasını ister. (Hûd, 112) Hatta ahlâkî davranışın sağladığı yararın bir başkası tarafından bilinmesi bile şart değildir. Hz. Peygamber’in sağ elinin verdiğini sol eli bile bilmeyen kimseyi ahirette Allah’ın gölgesinde gölgelenecekler arasında sayması (Buhârî, Cemâa, 8) ile bir karşılık beklemeksizin infakta bulunanların “onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler. ‘Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.’ (derler)” (İnsan, 8-9) ayetiyle övülmesi, bu hakikatin ifadesidir. Kur’an, bu övgüsü yanında, iyilik ve kötülüğün karşılığının öteki alemde olduğunu tekrarlayarak, kişinin dünyevî bir beklenti içine girmeden ebedî mutluluğu için çaba sarf etmesini ve elini kötülüklerden çekmesini ister ve şöyle buyurur: “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.” (Fussılet, 46) “Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki: Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 8-10)

#Ramazan
#İslam
#Kulluk
#Sünnet
#Kur'an-ı Kerim
#Enbiya Yıldırım
1 yıl önce