|
Rahva kralı Mecit

Roman gerçeği hayat gerçeğine uyar mı? Mesela ilk ciddi romancımız Ahmet Midhat Efendi''nin 1890 yılında kaleme aldığı Müşahedat adlı romanının başkişisi Seyit Mehmet Numan hayalî bir yaratık mıdır? Yoksa Osmanlı mülkünde böyle girişimciler vardı da girişimleri etkisiz mi kaldı? Kıymetleri mi bilinmedi? Toplum ve devlet kendilerine duyarsız mı kaldı?

Midhat Efendi, kahramanını sanki pusulayı yahut matbaayı icat etmiş gibi yüceltmektedir: “Seyit Mehmet Numan''ın şu turfandacılık diye hafife alınan ticareti yeniden icat ettiğini bilir misiniz? Ona gelinceye kadar bu tarik-i ticaret keşfolunamamış idi. Tarik yok idi ki bu ticaret dahi icat olunabilsin. Rusya vapurlarının terakki-i intizamı Varna şimendiferinin inşasıyla Romanya yollarının da ona iltisakı Seyit Mehmet Numan''da bu icat fikrini peyda eyledi. Ticaret aleminde her şey icattır. Yeniden yeniye kâr temin edecek şeyler icat olunamaz ise zaten malum ve maruf olan şeyler pek büyük kazanç temin edemezler.”

Son yıllarda iş adamı ve yöneticilerimizin dilinden innovasyon, strateji, odaklanma gibi kelimeler düşmez oldu. Gaziantep bir “innovasyon vadisi” oluyormuş! 2000''li yıllarda bu lafları etmek kolay. Hace-i Evvel (ilk öğretmen) Ahmet Midhat, 120 yıl önce innovasyonun önemini kavramış. Ne diyor: “Yeniden yeniye kâr temin edecek şeyler icat olunamaz ise zaten malum ve maruf olan şeyler pek büyük kazanç temin edemezler.”

Rıza oğlu Mecit Bahçıvan henüz 7-8 yaşlarındayken bu gerçeği farketmiştir: “Bahar aylarında Mongok Çayı''nın etrafında menekşeler açardı. Ben ve arkadaşlarım menekşeleri toplayıp demet haline getirir, sonra da solmasınlar diye içi su dolu tenekelere yerleştirirdik. Arkadaşlarımdan onların demetlerini satın alır, Muş''a getirip, aldığım bedelin üstünde bir fiyatla satardım.”

Diyceksiniz ki Revan''lı Mecit''in Muş''ta işi ne? Aslında varlıklı bir Azeri ailenin Erivan''da doğmuş çocuğudur (1931). İlk yılları Azeri aşık Elesker''in tasvirine yakındır:

Allah''tan dövlet isterem

İravan''da bağım ola

İçinde mermer havuzu

Etrafı konağım ola.

Sagu doldur ver içelim

Dostu düşmanı seçelim

Koca Tiflis''ten geçelim

Gocor''da yaylağım ola.

Rus baskısı Azeriler için hayatı çekilmez duruma getirince önce İran''a kaçarlar, oradan Türkiye''ye. Yüksekova, Van, derken Muş''a yerleştirilirler. Artık ne bağları vardır, ne mermer havuzlu konakları. Sert bir iklimde, neredeyse beş parasız yeni bir hayat kuracaklardır. İlk girişimleri, horoz şekeri satan bir köylünün, hallerine acıyıp da Mecit''in annesine bu işi öğretmesiyle başlıyor: “Annem evde bu şekerlerden yapıyor, biz de ağabeylerimle birlikte sokak aralarında şeker satarak para kazanıyorduk.”

Bir gün annesi altın dişlerini söker ve bu dişler Mecit''in babası için sera sermayesi olur. Muş şartlarında tam bir innovasyondur seracılık: “Babam evimizin önündeki boşlukta eski tenekeleri birleştirip bir sera kurdu. Sonra etrafını camla çevreledi. Patlıcan, biber ve domatesle başladı önce. Kısa sürede mahsul alınca ürünlerini çeşitlendirdi. Muş''ta kışın ortasında domates satıldığını gören herkes merak ve şaşkınlıkla babamı seyrediyor ve ondan bahsediyordu. Ürettiklerini kolaylıkla satıp para kazanıyordu.”

Yazın babasıyla çerçiliğe çıkıyordu Mecit. Muş''tan aldıkları iğne, iplik, sabun gibi malzemeleri “sırtlarında taşıyarak” köy köy geziyordular. Köylülerde pek para bulunmadığından, bunları fasulye, yağ ve yumurta ile takas edip; bu şekilde elde ettikleri ürünleri şehre getirip satıyordular. Okullar açılınca tatil günlerinde mutlaka bir şeyler satıyor, kendine kıyafet, ayakkabı vs satın alıyordu. “Oniki yaşıma kadar hiç ayakkabım olmamıştı. Kendi kazandığım parayla aldığım ayakkabılar eskidiğinde, bir sonraki tatile kadar çarık giyerdim.”

Bugünün gençleri “ayakkabısızlık” diye bir şeye pek inanamazlar. Oysa Mecit Bey''den yaklaşık on yıl kadar önce, hem de Muş''ta filan değil, İstanbul''da Sabri Ülker de benzer bir sıkıntı içindeydi. Kadırga ilk okulunu bitirdikten sonra Bilecik yatılı ortaokulunu kazanmıştır. Yola çıkacaktır, fakat babasının kendisine ayakkabı alacak parası yoktur. O günleri bize şöyle anlatmıştı: “Babamı çok seven bir komşumuz vardı. Bu durumu hissetmiş yahut duymuş olmalı ki, kendisinin bir çift ayakkabısını temizleyip paketledi ve bize getirip bıraktı. Ben 12 yaşındaydım, ayakkabılar ise 43 numaraydı. Okulda bir yıl boyunca o ayakkabıları giydim. Ne bir arkadaşım benimle alay etti, ne de herhangi bir öğretmenim bunun sebebini sordu. İnsanlar halden anlar idi o zamanlar!”

Mecit okuyup çalışıyor, çalışıp okuyor. Size bugüne kadar tanıttığım bütün büyük girişimciler gibi. O yıllarda Muş''ta lise yok. Parasız yatılıyı kazanıp Erzurum''a gidecek. Kazanıyor fakat öğretmeni Cevdet Karlıdağ''ın tavsiyesine uyarak tahsil hayatını terkediyor. Okulunu hep birincilikle bitiren bir öğrenci nasıl oluyor da o yaşta okumaktan vaz geçiyor? Cevdet Hoca nasıl bir öğretmen ki en çalışkan öğrencisini okuldan caydırıyor?

Bu soruların cevabını haftaya okuyacağız. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, bu hayatta ne vaktimiz ne de hünerimiz her şeyi yapmaya yeterlidir. Çağımızın en ünlü birkaç yönetim düşünüründen biri olan Michael Porter''a göre, stratejilerin özü “terk etmeyi bilmek”tir. Mecit Bey, tahsili, oyunu, hayatın muhtelif zevklerini, hatta aylar süren fasılalarla eşini ve yeni doğmuş çocuğunu terk edebildiği için Türkiye''nin peynir kralı olabildi. Fakat o, peynir kralı olmadan önce Rahva kralı idi. Gelecek pazara kadar sabretmek istemeyenler, Mecit Bahçıvan''ın Timaş tarafından yayımlanan hatıratını bulup okuyabilirler. Şimdilik size yapabileceğim tek kıyak, sözlerine bayıldığım şu Muş türküsüdür:

Değirmen boş dolanır

Suyu sarhoş dolanır

Yari güzel olanın

Başı bir hoş dolanır.

15 yıl önce
Rahva kralı Mecit
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi