|
Ordu ve millet: İki farklı doğru değil; tek bir gerçek

Bir akşam yemeğinde hoşafın yağının(?) eksik(!) olduğunu fark eden(!) Yeniçeri Ordusu ayaklandı! Bu tarihi bir gerçek, öyle değil mi? Osmanlı toplumsal hayatının en tutucu sosyal birimlerinden biri oldu hep ordu. Toplumdaki her yenilik, her kıpırdanış, her değişme onun tepkisini çekiyordu: Hoşafın yağındaki ufacık bir değişme(!) bile. Gün geldi lağvedildi bu ordu. Lağvedilmesi, adına “Hayırlı” denilen bir “Vakıa” ile oldu. “Vaka-i Hayriye”nin, Osmanlı''nın en fazla batılaşma eğilimi içine girdiği bir döneme denk geldiğini hatırlayalım. Halk, belli bir hızla Batı''ya “kaymaktaydı” veya en azından “değişmekteydi”. Ama ordu bundan hoşnut değildi.

Sonra “Batı''ya kayma” hızları değişti: Ordununkinin hızı halkınkini geçti. Küçük bir örnek: Gün geldi (kimin zamanında olduğu hiç önemli değil, ama hadi söyleyelim Abdülmecit zamanında) Batı''dan gelen ve ordumuzu düzene disipline biraz daha yaklaştıracak olan modern üniformalar, Yıldız Sarayı''nın depolarında çürümek zorunda kaldı. Çünkü o üniformaları askerler giyinip sokaklarda dolaşamıyorlardı. Çünkü o üniformalarla insan içine çıkan ilk askerler, halkın korkunç bir tepkisine sebep oluyordu. Çünkü Türk askeri, bin yıldır savaştığı askerlerin “gâvur” kispetine bürünüp Türk toprağında öyle elini kolunu sallaya sallaya dolaşamazdı!

Birbiri için var olan, iki “alan”ın birbiriyle “karşılaşması” -hadi daha yumuşak söyleyelim- “ilişkisi” hep sancılı olmuş. Hep sorunlu olmuş. “Batı''nın, bir güç ve çekim alanı, giderek bir tehdit odağı olarak temayüz etmeye başlamasından sonra, “O”na “yaklaşma hızları” farklılaşan “Ordu” ve “Millet”in bu ayrışmasının sancıları hâlâ devam ediyor. Aslında bir tenakuz yok mu burada, değil mi? Çünkü “birbiri için var olan” diyoruz. Söylemeye bile gerek yok; millet olmaz ise ordu abes olur; ordu olmaz ise millet var olmaz. Bir düşünürün söylediği ve çok derin bir entelektüel sezgiye dayanan o sözü yine tekrar etmeliyiz burada: “Bir dil, ancak arkasında bir ordu varsa var olabilir”.

Ama işte öyle değil. Sancılı olmak zorunda bu ilişki. Bunun birçok çağrışımı var. Osmanlı''nın Batı''dan gelen havanın cereyanlarıyla nezle olup öksürmeye başlaması, ciğerlerini üşütmesi, sırtının terlemeye başlaması, giderek halsizleşmesi ve nihayet “hasta” yatağına düşmesi; sonra onun imdadına yetişen Kızılhaç yardımı filân… bütün bunlar, “Hastamız” ölüm döşeğinden çıkıp yeniden hayata döndükten sonra önemli bazı kalıcı sorunlara yol açtı.

Bizler, şimdi bu topraklarda yeniden yaşamak zorunda olan, yeniden bu kırlara sonsuz şarkılarını salmak zorunda olan bizler, bu toprakların eski büyük “neşesini” yeniden geri kazanmak zorunda olan bizler, her şeyden önce şu gerçeği kabul etmeliyiz: İki alan birbirini zayıflatarak değil; besleyerek var olabilirler. Bu, eğer kendi istekleriyle olmayacaksa; kaderin omuzlarına yüklediği bir zorunluluk! Yani -isteyerek veya zorla- kabul edilmesi iki durumda da mecburi.

Eğer -“meşk” olmasını derinden arzuladığımız- bu “sancılı ilişki” devam edecekse, çok yazık.

Çünkü bu çatlağın arasından sızmakta olan enerji, memleketimizi dünyanın fırtınalı sularında epeyi ilerilere itebilecek kadar büyük bir enerji.

17 yıl önce
Ordu ve millet: İki farklı doğru değil; tek bir gerçek
Terörle verilen mesaj
Gözlerimizi bağlayan “İnsafsız Haber Aracı!”
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından