|
Türkiye"nin akreple dansı

Hiç kimse yerinde saymaz, ya felaketine ya saadetine doğru yürür. / İsmet Özel

Hikayeyi herkes bilir, bir akrep ve kaplumbağa, nehrin öteki yarısına birlikte geçmek için anlaşırlar. Kaplumbağa"ın, akrepe tek bir şartı vardır, o da nehirde kendisini taşırken, iğnesiyle onu sokmamasıdır. Aksi halde der kaplumbağa, ikimizde bu nehrin sularında yitip gideriz. Gelin görün ki, nehrin ortasına vardıklarında, akrep, kaplumbağayı sokarak, zehirler. Kaplumbağa, son anlarında, akrebe, ikisinin de boğulacağını bile bile niye kendisini soktuğunu sorar. Cevap anlamlıdır: "Bu benim doğam!" Akrep ile kaplumbağanın hikayesi eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki ilişkiyi tanımlamayı yarayacak kısa ama önemli dersler barındırır. 10 yıl önceki Türkiye"yi kısaca hatırlayalım. Askeri-bürokratik oligarşinin sevk ve idaresi altında, Ankara"ya sıkışmış bir siyaset yapısı, ekonomik anlamda dar bir iktisadi kliğin rahatça at oynattığı, halkının yoksulluk ve fakirlikle imtihan olduğu bir ülke portresi ile karşı karşıyaydık. Hiç bir temel problemini çözememiş, devlet ile millet bağı zayıflamış, siyasetin halka yabancılaştığı Türkiye, kendi felaketine doğru yol alıyordu. Dünya, 11 Eylül 2001 ile yeni bir dönüşüm sürecine girmişken, buna karşı bir cevap üretemeyen, kendi oyun planını ortaya koyamayan ve adeta Batı"dan esen rüzgarların taşıdığı bir yaprak gibi savrulan bir ülke vardı.

İşte o ülkeyi, 3 Kasım 2002"de yine millet ipten aldı. 1960"ta, ipe götürülen millet iradesi, zümrüdüanka misali sandıkta yeniden doğdu. Takip eden yıllarda bu iradeyi emanet alan AK Parti iktidarları, hem içeride hem de dışarıda yerleşik düzenin temsilcileri ile kontrollü ama kendinden emin bir mücadele verdi. Bu mücadelenin önemli veçhelerinden biri Ergenekon davası idi. Bu tarihi dava ile Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan"ın da isabetle işaret ettiği gibi hukuki bir hesaplaşma yapıldı. Buz dağının sadece görünen kısmını oluştursa ve medya ile ekonomi ayağına eksik kalmış olsa da, Türkiye, bir dönemin statüko zihniyeti yani askeri ve sivil bürokratik oligarşi ile yasal ve siyasi zeminde hesaplaştı. Böylesi bir zemin hiçbir zaman statüko tarafından millet tanınmamıştı. Dolaylı ya da direk müdahaleler ile sivil iradenin altındaki halı her daim çekilmiş ve vesayet rejimi devam ettirilmişti. İşte Ergenekon davası, sivil iradenin altındaki zemini sağlamlaştıran bir sonuca imza atmıştır. Bir dönemin kudretli isimleri, hukuk önünde hesap verdi, ayrıcalıklı konumlarının sağladığı statü sona erdi.

Tüm bu sürecin ayrıntıları Yeni Şafak gazetesinde her detayıyla konu oldu. Tabii bu tarihi davanın etki ettiği diğer önemli noktalardan biri de Türk Dış Politikası"ndaki paradigma değişimi ile yakından ilgiliydi. Ergenekon"da hesaplaşılan zihniyet, Türkiye"yi içe kapanmacı, tarihi, coğrafi, sosyal ve kültürel sınırları ile doğal ilişkisini reddeden, onu Amerikan-İsrail ekseninin yönetilebilen bir parçası haline getiren dış politika anlayışının de aktörüydü. Öyle ki, Ortadoğu dendiğinde şeriatçı, Kıbrıs"ta çözüm dendiğinde vatan haini, AB dendiğinde işbirlikçi, Kuzey Irak dendiğinde ise bölücü olunuyordu. Ortadoğu"da İsraille eşitler arasında bir ilişki kurmak intihar, statükoyu, ezberleri bozmaya çalışmak, hayalcilik olarak tanımlanıyordu. İşte, bu zihniyetin yargılanmaya başlaması iledir ki Türkiye dış politikada ayağına bağlanan prangalardan tek tek kurtulmuştur. Anadolu coğrafyasının hafızasına ve fıtratına ters şekilde, tek taraflı ve tek yönlü kurgulanan dış politikanın akıl daneleri bir bir etkinlikleri kaybettikçe, özellikle askerin dış politika yapım sürecinde etkinliği azaldıkça, Türkiye kendi köklerini hatırlama ve buna uygun bir dış politika tanımlaması yapma imkanı buldu. Yani "su derin boğuluruz" mantığının yerini, "biz bu suda da yüzeriz" iradesi aldı. Uygulanan pro aktif, dinamik ve çok taraflı dış politika ile, Türkiye, tüm dünyayı hedef alan ve ulaşılabilecek son noktaya kadar çıkarlarını, insan ve vicdan eksenli olmak kaydıyla geliştirmeyi amaçlayan yeni bir anlayışı yürürlüğe soktu. Bu sayededir ki bugün Türkiye, Afrika"dan Asya"ya hatta Latin Amerika"ya kadar varlığını hissettiriyor, kırmızı çizgilerinin yerini, dış dünya ile bütünleşmeyi ve ona yön vermeyi amaçlayan bir strateji alıyor.

Sonuç olarak düne kadar kendi halkını tehdit gören, dış politikasını da bu tehdide göre şekillendiren Türkiye, Ergenekon davasının da olumlu etkisiyle, milletinden aldığı güçle, sivil iradenin karar süreçlerine hakim olduğu, kendine güvenen, tehditlerden ziyade fırsatlara odaklanan, ortak çıkarlar ekseninde, soğuk savaş mantığını kıran bir dış politikayı uygulamaya başlamıştır. Bu yeni politikalar ile ülkemiz yerinde saymayı değil, daha iyiye nasıl ulaşabilirizin sorusunu sormayı tercih etmiş ve buna uygun çözüm süreçlerini başlatmıştır. Nihayetinde 2001 yılında felaketine doğru sürüklenen bu ülke, tüm çevre coğrafyasına umut veren, başka bir yolun mümkün olduğunu gösteren saadet yoluna girmiştir. O sebepledir ki artık Türkiye"nin, statükonun temsilcilerini sırtında taşıma gibi bir lüksü yoktur. Ergenekon davasında kararlar açıklanırken, kimi sanıkların sözleri de "doğalarının" hiç değişmediğini net bir şekilde bir kez daha göstermiştir. Çünkü nehrin henüz ortasındayız.

11 yıl önce
Türkiye"nin akreple dansı
G-20 Bali zirvesi ve zirveden beklentiler
"Sisifos"un Köyü
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm