Sen bize bakma. Biz de gideriz meyhaneye amma ki şerhoşluk için değil zinhar. Ayılmaya gideriz biz meyhaneye. Elinde cam kadehiyle gelen saki bize şarabı verince serabı terk eder de hakikatin koynunda gecelemeye azm ve cezm ve kast ederiz. “Eya saki” diye ünlediğimizde şol aşkın şarabıyla gelen saki tımar eder yaralarımızı da içimizin atları dörtnala salınır ovalarda. “Yandım” dedikçe doldurur saki. Yanmak biliriz amma kanmak bilmeziz. Güneşin ilk ışıkları meyhanenin kıynaşık kapısından süzülmeye
Sen bize bakma.
Biz de gideriz meyhaneye amma ki şerhoşluk için değil zinhar. Ayılmaya gideriz biz meyhaneye. Elinde cam kadehiyle gelen saki bize şarabı verince serabı terk eder de hakikatin koynunda gecelemeye azm ve cezm ve kast ederiz. “Eya saki” diye ünlediğimizde şol aşkın şarabıyla gelen saki tımar eder yaralarımızı da içimizin atları dörtnala salınır ovalarda. “Yandım” dedikçe doldurur saki. Yanmak biliriz amma kanmak bilmeziz. Güneşin ilk ışıkları meyhanenin kıynaşık kapısından süzülmeye başlayanda derdimizi unutmayız, haşa. Hatta bir dua salarız ellerimizi açıp. Deriz ki “derdimizi artırasın ki serhoşluğumuz artsın. Serhoşluğumuz arta ki derdimiz çoğala.”
Sen bize bakma.
Biz de severiz halimizce. Halimizce bir Süleyman değilsek de Asaf’ın mikdarın biliriz. Belkıs’ın yurdu, otağı, hanesi gönlümüzün ne yanına düşer, sezeriz. Gözdür Belkıs’ın gözü. Sözdür bizim sözümüz. Süzüle süzüle akanı yaş sanırsın sen şimdi. Değildir. Onun ne olduğunu bilmeyen âşık da değildir hakikatte. Mağarada gördüğü gölgeyi gerçek zanneden zavallının haline benzer o bahtsızın hali ki baka da ibret alasın.
Sen bize bakma.
Biz de gideriz meydana. Aşkın bazarında bazuyu kenara koyup yüreğimizi sereriz. Alana gülümsememizi, isteyene dostluğumuzu, arzu edene muhabbetimizi akıtırız ki bezirgân biz olalım da pazarbaşımız da Ali olsun. Eksik alıp artık satsak kâr biliriz. Biz kez ışıldasa gözü bizden yana, onu kendimize yâr biliriz. Yar assa suratını onu güneş, kendimizi kar biliriz. Dünyayı sevmek pek azaplı, yeğin meşakketli iştir, onu kendimize yar biliriz. Aşkın bazarını dâr biliriz. Gayrısını dar biliriz.
Sen bize bakma.
Biz de konuşuruz sırası geldiğinde amma ki bizim susmamızın sırası geçmezdir ki denk gelende bir çift kelam edelim de değiştirelim dünyayı ve içindekileri. Anlaşmanın yolunun konuşmak olduğunu zanneden bedbahtlara tesadüf edende, uzatma pahasına da olsa değiştiririz yolumuzu. Suskun ve onurlu desinler diye değil. Suskun ve kederli desinler diye değil. Susmanın, anlaşmanın en iyi yolu olduğunu bilenlerin yolundan gitmeyi başarırsak yolun sonunda cümle cümlelerin hükmü berhava olur ve o pencere insanın içine doğru açılır diye. Anlamıyorsun değil mi. Ben de anlatmak istemiyorum zaten. Şairin “siz anlamazsınız, size anlatmak da istemem” dediği yere gelir dayanırız sonunda. Sonunda Şehzadebaşı’nda incecik bir gül kokusu yahut altı çocuğu öldürülmüş bir babanın yedinci oğlu.
Sen bize bakma.
Biz de anlatırız aslında amma ki her anlatımın bir marazlandırma, bir yok etme olduğunu da sezeriz hakikatte. O yüzden kendi cümlelerimize güvenmek yerine bizim yerimize de anlatan adamların cümlelerinedir eyvallahımız. Zira hakikat dört köşelidir ve sen nasıl bakarsan bak behey şaşkın âdemoğlu, onun sadece tek köşesini görürsün. Çünkü bilmezsin uçmayı sen. O sebepledir uçmayı bilen ve uçmanın kanatla bir ilgisi olmadığını bilen ve uçmanın havada olmakla bir ilgisi olmadığını bilen adamların ardınca usul usuldur yürüyüşümüz.
Sen bize bakma.
Bize bakacağına, bizim kendimize yaptığımızı yapıp kendine bak. Kendine bakınca şarabı da, meyhaneyi de, Belkıs’ı da, Asaf’ı da, yârı da, kârı da, konuşmayı da, susmayı da, anlatmayı da uçmayı da göreceksin orada.
Elmanın içindeki çekirdek gibi…
Annenin rahmindeki bebek gibi…
Çiçeğin içindeki koku gibi…
Aynaya bak, kendine. Allah, eyvallah.