
Hemen telefona sarılıp dönemin İstanbul Emniyet Müdürü değerli kardeşim Mustafa Çalışkan’ı aradım. Bir türlü cevap alamadım. Merakım arttı. Aradığımda hemen telefona çıkan Çalışkan müdürüm ısrarla aramama cevap vermiyordu. Nerden bilebilirdim o esnada benim yiğit kardeşimin elinde silah, ekibinin başında Boğaz Köprüsü’nde FETÖ’cü darbecilere karşı aslanlar gibi vuruştuğunu!
Günlerden bir gündü.
Cuma günüydü.
TBMM’deki çalışmamız bittiği için her zaman yaptığım bir şeyi yapmış, valizimi topladığım gibi akşamüstü seçim bölgem olan İstanbul Üçüncü Bölgeye gitmek üzere havaalanına koşmuştum.
Uçaktaki koltuk arkadaşım, Maraş milletvekili olan dönemin Adalet Bakanıydı.
İndim ve doğruca Beylikdüzü’ne geçtim.
Yanımda her zamanki gibi polis korumalarım ve ekibimden arkadaşlar vardı.
Hiç unutmam: Çok sıcak bir yaz akşamıydı. Bir dostuma ait büyükçe bir kafenin dış kısmında bizim için hazırlanmış bir bölümde teşkilattan kalabalık bir grupla oturup hem bir şeyler atıştırırken hem de sohbeti koyulaştırmıştık. Biraz sonra da kalkıp ev ziyaretlerine gidecektik.
Terör eylemlerinin sistematik bir biçimde tırmandırıldığı bir dönemdi.
Hepimizin aklına o birilerinin “Artık Türkiye’de darbeler dönemi bitti” anlayışını soktuğu dönemlerdi.
Bir arkadaşımız o dost meclisinde henüz öğrendiği bir haberi paylaştı bizimle: “Boğaz Köprüsü askerlerce tutulmuş. Tanklar varmış.” Ve telaşla ekledi: “Vekilim ne olmuş olabilir, hayırdır inşallah.”
Ben de gayet rahat bir tavırla, “Muhtemelen bir terör eylemi için istihbarat alınmıştır. Tedbir amaçlı olabilir” deyip savuşturmak istedim. Sohbetin en koyu anında sorulacak soru muydu bu? Kısa bir süre sonra diğer arkadaşlar da “Vahim bir durum var vekilim. Haberler de geçmeye başlamış. Bir sorsanız” deyince evvela hızlıca haberlere baktım. Gerçekten ortada vahim bir durum vardı. Ama tarif edemiyordum. Askeri bir darbe girişimi aklımın ucundan dahi geçmiyordu.
Hemen telefona sarılıp dönemin İstanbul Emniyet Müdürü değerli kardeşim Mustafa Çalışkan’ı aradım. Bir türlü cevap alamadım. Merakım arttı. Aradığımda hemen telefona çıkan Çalışkan müdürüm ısrarla aramama cevap vermiyordu. Nerden bilebilirdim o esnada benim yiğit kardeşimin elinde silah, ekibinin başında Boğaz Köprüsü’nde FETÖ’cü darbecilere karşı aslanlar gibi vuruştuğunu!
Dönemin Valisi aziz kardeşim Vasip Şahin’i aradım. Defalarca aramama rağmen ondan da cevap alamayınca iyice meraklandım. Ülkede bir şeyler oluyordu. Ama ne olduğuna anlam veremiyordum. Çünkü aklıma darbe gelmiyordu. Sonra Ankara’dan askeri uçakların sıklıkla süratle uçtuğu haberleri gelmeye başladı. Hayret, yine aklıma darbe filan gelmedi. Sadece ortada anlam veremediğim vahim bir durum vardı. Ama ne?
ANLADIM Kİ FETÖ’CÜ BİR DARBE GİRİŞİMİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ!
O anda aklıma o tarihte Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olan Engin Dinç kardeşimi aramak geldi. Sağ olsun, ilk çalışta açtı telefonu, açık bıraktığı telefonundan diğer hatta yaptığı konuşmaları duyma imkânım oldu. Anladım ki FETÖ’cü bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız! Telefonu alıp benimle konuştuğunda duymam gerekeni duyduğumu söyledim. Konuştuk. Bana kapatmadan dediği şu oldu: “TRT binası işgal edilmiş. Ben ve ekibim silahlarımızla olay mahalline intikal edeceğiz.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü binamız da kuşatılmış durumda.
Ulaşabildiğiniz herkesi lütfen direnmek için oraya yönlendirebilirseniz sevinirim Vekilim.”
Öyle yaptım. Ulaşabildiğim herkesi oraya yönlendirdim.
O arada İstanbul İl Başkanımız Selim Temurçi’yi aradım. “Abi, il binamız işgal altında. Bunu herkese duyurun” dedi.
Engin Dinç’le konuştuğum saat yanlış hatırlamıyorsam 22.30 idi. Hemen o bilgiyi alır almaz AK Parti milletvekillerinden oluşan WhatsApp grubumuza, “Arkadaşlar FETÖ’cü bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. Ölümüne direneceğiz. Silahlarımızı kuşanıp sokaklara inmeliyiz!” diye yazdım. İlk ben haber vermiştim. Bir de gerekirse silahlı direniş çağrısında bulunmuştum. Bazı arkadaşlarımızın, “Ne silahı abi, ne direnmesi” türünden cevaplar verdiğini hiç unutmuyorum. Yazışmaların tümünü tarihi öneminden dolayı belge olarak kendimde tutuyorum.
“BABA SEN NE YAPIYORSUN!”
Zaman akıp gidiyordu. Bu arada aradığımız hiç kimseye ulaşamıyordum. Nedense cepleri kapalıydı. Ne yapacağımızı nasıl tepki vereceğimizi bilmiyorduk. Genel merkezimiz paralize olmuştu. Reis’ten haber yoktu. Hâlâ oturduğumuz o yerdeydik. Arkadaşlar korumak refleksiyle akıl veriyorlardı, “Cep telefonunuzu kapatın. Sizi kimsenin bilmediği bir yere götürelim” vs türünden telkinler sıklaşmaya başladı. Saat 23.00 sularıydı. Teşkilat mensubu İsmail Ayaz kardeşimin teklifi üzerine evine gittik. Abdest alıp iki rekât namaz kıldım. Zaman ilerliyordu. Ne kimseye ulaşabiliyordum ne de kimseden ne yapacağımıza dair bir haber alabiliyordum. Sıfır iletişim. İçim içime sığmıyordu. A Haber’i aradım hemen. Telefonla bağlanacağımı söyledim. A Haber’e saat 23.35 sularında İsmail Ayaz kardeşimin evinde bağlandım. Kendimden geçercesine soluksuz bir konuşma yaptım. Heyecan dozu had safhada bir konuşmaydı. Halkı sokaklara çıkıp ölümüne direnmeye çağırdım. “O darbeciler bilsinler ki asla teslim olmayacağız. Ölümüne direneceğiz. Şerefsizce yaşamaktansa şerefimizle ölmeyi tercih edeceğiz. Bizi teslim alabileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Asla teslim olmayacağız. Sonunda ölüm bile olsa korkmadan direneceğiz” mealinde oldukça sert bir konuşmaydı benimkisi. Ve kararlılıkla ekledim: “Aziz milletimiz asla korkmasın. Bilsinler ki hükümetleri iş başındadır. Reisleri iş başındadır. Vekilleri iş başındadır. Ne lazımsa gereken yapılacaktır. Korkmayın. Göreceksiniz darbeciler yenileceklerdir. Herkesi bulundukları yerde onurluca direnmeye çağırıyorum.” O anda stüdyoda Banu El ve Cem Küçük vardı. Ne kadar konuştum bilmiyorum. Ama fasılasız hiç soru sorulmasına fırsat vermeden soluksuz konuştum. 24.00’lere doğru zaman akıp gitmişti. O esnada Reis’in bulunduğu Marmaris’ten açıklama yapacağı bilgisi geldi. Beklemeye koyulduk.
Tam da A Haber’deki konuşmamın bitiminde evli kızım aradı. Nasıl bir ağlıyor, tarifsiz! Meğer konuşmamı dinlemiş. O hıçkırıklar içindeki sözlerini asla unutamam. “Baba sen yapıyorsun” diye başlayan o sözleri hâlâ kulaklarımdadır: “Ülkede darbe olmuş. Sen kalkıp televizyonda darbe girişimine karşı halkı sokağa çağırıyorsun. Seni öldürürlerse biz ne yaparız. Kendini düşünmüyorsan bari evlatlarını düşün baba!”. Yüreğim lime lime oldu o an. Dilim lâl oldu. “Üzülme ve ağlama kızım!” dedim. “Belki bu gece ölebilirim. Ama size şerefli bir miras bırakmış olurum. Herkes can korkusuyla susar sinerse veya kaçacak delik ararsa ne olur ülkenin hali.” Telefonu kapattım ama o hıçkırıklar yüreğimde kocaman bir düğüme dönüşmüştü. İyi ki Ankara’daki evimizde olan eşim ve avukat kızım konuşmamı izlememişlerdi. Ve sağ olsunlar arayıp üzerimde bir psikolojik baskının oluşmasına sebebiyet vermediler. Bu beni o gece için rahatlatan çok önemli bir unsurdu.
Nihayet Reis’in konuşması CNN’de canlı yayınlandı. O cesur yürek kendisine yakışan tavrı gösterdi. Herkesi bulundukları şehirlerde ölümüne direnişe çağırdı. “Ben de geliyorum!” dedi meydan okurcasına. Yüreğim kabardı. Gözlerim yaşardı. Böyle bir lidere sahip olduğumuz için Rabbime hamdettim. Gururlu bir cesaretle, “Haydin arkadaşlar, havaalanına gidiyoruz. Reis’i karşılamaya. Ölümüne direnmeye!” dedim.
Koruma polislerim yanımdaydı. Bir de teşkilattan bir avuç yürekli insan. Hazırlandık çıktık. Silahlıydık. Asla teslim olmayacak, gerekirse vuruşacaktık. Sonu ne olursa olsun. Kefenimizi giyerek evden çıktık.
Beylikdüzü’nden çevre yoluna çıktığımızda bir de ne göreyim. Ana-baba günü. Mahşeri bir araç konvoyu. Trafik felç. Eline bayrağını alan aracına doluşup havaalanına akmaya başlamış. Bizi görenlerin nasıl büyük bir moralle tekbir sedaları getirdiğine şahitlik etmek muazzam bir duygu patlaması oluşturuyordu. Aracımızın açık penceresinden akıp gitmekte olan araçların içindeki yiğitlere “Ölümüne, ölümüne!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Bir kendinden geçmişlik hâli vardı üstümüzde. Zaman durmuştu. Saatin farkında değildik. Bir yanda rabia işareti yapan yiğitlerimiz, bir yanda bozkurt işareti yapan cesur yüreklerimiz tek bedene dönüşüp imanın oluşturduğu tek bir bedene dönüşmüşlerdi. Bir sel gibi öfkeyle akıyorlardı. Genç-yaşlı, kadın-erkek herkes/hepimiz tek bir yüreğe, tek bir bedene dönüşmüştük. Hepimizin ağzında iki slogan semaya doğru yükselip duruyordu boyuna: “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber! Ölümüne, ölümüne!”
ÖLÜMÜNE DİRENECEĞİZ
Ha, bu arada unutmadan iki anekdotu aktarmamın tam sırasıdır.
Birincisi, can korkusundan ekibimizden birinin sırra kadem bastığını son anda fark etmemdi.. Kafeden eve geçerken bir de baktım ki o birisi yok. Kaşla göz arası tüymüştü. Önemli biri değildi. Bir işadamıydı teşkilatta görevi olan. Ama hep en yakınımda olan biriydi. Arkadaşlara arattırdım. Cep telefonu kapalıydı.
İkincisi, Beylikdüzü’nde de FETÖ’cü darbecilerin hâkimiyet sağlamak için faaliyete geçtikleri haberini aldığımızda İlçe Emniyet müdürümüzü aradığımda aldığım cevaptı. “Müdürüm!” demiştim: “Darbe girişimi başarılı olduğunda yarın akıbetimiz ne olur bilmem ama hâlihazırda iktidardayız. Şayet FETÖ’cü darbeciler emniyet müdürlüğümüzü veya karakollarımızı teslim almaya gelirlerse silahla karşılık verin. Ölümüne direnin. Biz de ilçedeyiz. Silahlı olarak bekliyoruz. Haberdar ederseniz anında intikal ederiz.” Emniyet müdürümüzün büyük bir iman ve cesaretle verdiği cevap beni olağanüstü mutlu etmişti: “Merak etmeyiniz sayın vekilim. Teyakkuz halindeyiz. Mustafa Çalışkan müdürümüzün bize kesin talimatı var. Ölümüne direneceğiz.”
Böyle bir geceydi. Duyguların med-cezir halinde olduğu bir gece. Zaman mefhumu ortadan kalkmıştı. İlginçtir, korku da yüreklerimizden sökülüp alınmıştı. Tarihimizde bir ilk yaşanıyordu. Aziz milletimizin yiğit evlatları büyük bir imanla sokaklara dökülmüşlerdi. Minarelerden kulağımıza değen salalar yüreğimizi coşturuyordu. Hiçbirimiz ne yapacağımızı bilmiyorduk. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Ama ölümün üstüne üstüne yürüyorduk. Biliyorduk ki o gece bizi bekleyen bir ölüm vardı. Ama hiç birimiz bunun düşüncesi içinde değildik. Korkuyu yenen bir topluluğa dönüşmüştük. Ölüm aklımıza gelmiyordu. Akıp gidiyorduk tekbirlerle bir sel gibi. Gürül gürül. İstanbul semaları eminim ki hiç bu kadar tekbir sedalarıyla inlememiştir.
Havaalanına vardığımızda gözlerimiz sevinçten fırladı. Yüreğime üşüşen sevinç gözyaşlarını dindirmek ne mümkün! İşte millet oradaydı. Çıplak elleriyle oradaydı. Mahşeri bir topluluk halinde oradaydı. İmanın harladığı bir ateş topuna dönmüşlerdi sanki. Ölümü öldüren yiğitlerdi hepsi. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle-yaşlısıyla, başörtülüsüyle başı açığıyla tüm aslanlarımız ordaydı. Aslan, aslandı işte. Bir Kürt özdeyişinde vurgulandığı gibi, dişisi de aslandı, erkeği de. Kucağındaki çocuğuyla gelen kadınlar, elinden tutup getirdiği kız veya erkek evlatlarıyla gururla direnen anneler ve babalar, yaşlılıktan beli bükülmüş ama imanı dimdik yaşlı dedelerimiz, kulağındaki küpesiyle ayağındaki kot pantolonuyla meydan okuyan genç yiğitlerimiz, hepsi aradaydı işte. Aracımdan inmemle beni görüp coşmaları bir oldu. O tekbirler eşliğinde beni bağırlarına coşkuyla basan o isimsiz yiğitlerin tavrını gönlümün en başucunda en anlamlı hatıra olarak sımsıcak saklıyorum. Beni aralarında gördükleri için sevinen ve sevgilerini göstermek için sımsıkı sarılıp kucaklayan o yiğitlerin halini şu an yazarken bile gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. O anı yaşamayanlar, o duyguyu yaşamayanlar ne bilsinler! Boğulacak gibi oldum bir an. Hava sımsıcaktı. Üstümüzdeki tişörtler terden sırılsıklamdı. Uzunca bir süre o direniş hattının içinde kaldım. Sonra polis korumalarım beni havaalanının içinde bir yere soktular. Kalabalık beni alıp götürdüklerini varsayarak kapıya yüklendiler ve hınçla bağırdılar: “Vekilimizi istiyoruz!” Dışarı çıkıp durumu izah edince sakinleştiler.
“MEHMET ABİ BEN FATİH”
Tanklar havaalanının içindeydi. O tankları çepeçevre kuşatarak işlevsiz hale getirmiştik. Darbe tehdidi tüm ağırlığıyla devam ediyordu. Reis’in uçağı henüz inmemişti. Havada başına bir şey getirileceği korkusu içindeydik. Kule işgal altındaydı. Havaalanının bitişiğindeki o askeri mahalden atışlar yapılıyordu. VIP bölümüne zar-zor ulaştığımda bazı arkadaşlarımı gördüm. Yiğit ağabeyimiz eski Kayseri milletvekilimiz Yaşar Karayel ilk gözüme ilişenlerdendi. Yanında İstanbul milletvekili eski Bayrampaşa Belediye Başkanımız Hüseyin Bürge vardı. Kuledeki işgali sonlandırmak için Mustafa Çalışkan müdürümüzün verdiği talimat üzere aslanlar gibi müdahale eden o özel harekâtçı polislerimize şükranlarımızı sunuyorum. O gecenin isimsiz kahramanlarıydı onlar. Mustafa Çalışkan müdürümüz direnişi aslanlar gibi örgütlemişti.
VIP’te yanıma gelip sarılan o yiğit kardeşimi anmadan geçersem haksızlık olur. O hengâmede tanıyamamıştım. “Mehmet abi ben Fatih” demişti: Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanı. Sarıldım Fatih’ime. Yanında Kahramanmaraş’tan değerli işadamı kardeşimiz bir diğer yiğit adam vardı: Mustafa Narlı. Bugüne kadar isimleri hiç anılmayan gerçek yiğitlerdi onlar. Adlarını anmadan geçmek olmaz. Meğer İstanbul’da UNESCO’nun düzenlediği bir toplantıya belediye başkanları olarak gelmişler. Darbe girişimini haber alır almaz da sokaklara dökülüp havaalanına gelmişlerdi vuruşa vuruşa, yürüyerek.
O gece hiç çıkmayanları da bilirim. Telefonlarını kapatıp nerde olduklarını herkesten saklayan anlı-şanlı kimi isimleri de. İşinin rengi belli olduktan sonra başlarını çıkaranları da bilirim. Bir de üstüne üstlük akıl vermeye kalkışanları da. Rol çalmaya gelenleri de… Öncesinde Reis’in yanında görünmek için ona-buna koltuk atanların o gece Reis’i nasıl yalnız bıraktıklarını da bilirim. Bilirim de ne fayda!
VIP’te Sadık Sürücü kardeşimi gördüm. Orada müdür olarak görevli olan Sadık kardeşim en başından itibaren orada olup-biten her şeyin canlı tanığı olan bir yiğit kardeşimizdi. Onu dinlemek lazım. Bazı gerçekleri onun ağzından dinlemek lazım ki parçalar bütüne dönüşsün.
BEDELİ NE OLURSA OLSUN
Havaalanından sorumlu Vali Yardımcımız Mehmet Ali Ulutaş cansiperâne çalışanlardandı. Yanımıza gelip kuledeki işgalin hâlâ devam ettiğini, o yüzden Cumhurbaşkanımızın uçağının inemediğini söyledi. Anında ayaklandım. “Kalkın gidiyoruz” dedim. “Gereken neyse yapacağız. Bedeli ne olursa olsun.” Beraberce yola çıktık. Vardığımızda sağ olsunlar aslan özel harekatçılarımız işgali yeni sonlandırmışlardı. Kuledeki darbecileri birlikte derdest ettik. Yaşar Karayel ve benim darbecilere yönelik sertçe konuşmalarımız ve tepkilerimiz oldu. Bu derdest anındaki görüntüler televizyonlarda yayınlandı. Önümüzde şimdi yeni bir sorun çıkmıştı. Kulenin en tepesinde biz vardık, en altında da direnen yiğitlerimiz vardı. Öfkeyle yukarıya doğru çıkıyorlardı. O öfkeli kalabalığın darbecilere yönelebilecek tepkilerine karşı gerekli önlemi almak gibi bir mecburiyet hissi altında eziliyorduk. Sağ olsun o öfkeli kalabalık sözlerimizi dinleyip olgunlukla hareket etti. Şimdi kule temizlenmişti artık. Reis’in uçağı inebilirdi. Nitekim inişe geçtiği bilgisini alınca devlet konuk evine doğru harekete geçtik. Reis’in uçağı o alana inecekti çünkü.
Kalabalık direnişçi grubuyla hareket ettik. Bir de baktık derdest ettiğimiz tankın içinde hâlâ darbeciler var. Kuşatma altında oldukları için kaçamamışlar. Kendilerini tankın içine kilitlemişler. Korkuyla bekliyorlar. Polisin çağrısına rağmen halkın öfkesinden duydukları korku dolayısıyla çıkmaktan kaçınmışlar. Yaşar abi, “Ben içerdeki askerleri ikna edip çıkartayım” dedi. Ben de tankın üstüne çıkıp galeyan halindeki yiğitlerimize ateşli bir konuştum. Aynı zamanda muhtemel provokasyonlara karşı serinkanlı ve duyarlı olmalarını, emniyet güçlerimize işlerini yapmaları konusunda da yardımcı olmalarını salık verdim. Sağ olsunlar kardeşlerimiz bize kulak verdiler. Bir elimle rabia, bir elimle de bozkurt işareti yaparak kardeşlerimizi selamlayıp tankın üzerinden indim.
Tam oradan ayrılıp devlet konuk evine varmıştık ki korkunç bir patlama sesiyle irkildik. Etraftakilerimizden kendilerini yere atanlar oldu. Ben üstümüze bomba atıldığını sandım. Cam-çerçeveler aşağı indi. Kardeşlerimizden biri yaralanmıştı. Meğer üstümüzden alçak irtifayla süratle geçen savaş uçaklarının sonik patlamalarıydı o bomba sandığım korkunç gürültü! Alana yöneldiğimizde Reis’in uçağının indiğini gördük. Reis maiyetiyle inmişti. Demek ki Reis’in uçağının indiğini son anda öğrenen darbeciler o namert saldırıyı yapmışlardı!
İLK İŞİ YARALI GENÇLE İLGİLENMEK OLDU
Reis’in yanında muhterem eşi Emine Erdoğan Hanımefendi, kızı ve torunları, o tarihte Enerji Bakanı olan damadı Berat Albayrak ile özel kalem müdürü Hasan Doğan kardeşim vardı.
Reis’i karşılayanlar arasında o tarihte İstanbul Milletvekili olan Metin Külünk ile Halis Dalkılıç gözüme ilişti. Basın toplantısında dönemin il başkanı olan Selim Temurci de vardı. Hepi topu parmakla sayılacak kadar azdık.
Reis iner inmez yaralı gencimizle ilgilendi. Sonra birlikte dışarıda bekleyen insanlarımıza görünüp kısa bir konuşma yaptı ve akabinde de basın toplantısına geçildi. O basın toplantısında da ölümüne direniş mesajları verdi ve yurdun her yerinde direnen milletimizin yiğit evlatlarına teşekkür etti.
Sonra hep birlikte devlet konuk evinin aprona bakan o büyük odasına geçtik. Reis’in ufak yaştaki torunları koltukların üzerinde çoktan uyumaya başlamışlardı bile.
O andan itibaren bulunduğumuz oda bir komuta merkezine dönüşmüştü. Odada ben de vardım. Bir yanda Reis’in jest ve mimiklerine dikkat ediyordum, öbür yanda yoğun telefon görüşmeleriyle verilen talimatlara kulak kesiliyordum. Üstümüzde savaş uçakları gidip geliyordu ısrarla. Reis o esnada kiminle konuştu bilmiyorum ama çok sert bir dille üstümüzde uçan savaş uçakları için gerekenin yapılması talimatını verdiğini hatırlıyorum. Bir süre sonra uçaklar çekildi. Sonradan öğrendiğimiz, o sıralarda Eskişehir’deki hava komuta merkezinde darbe karşıtı komutanların yönetime el koyup gereğini yaptıklarıydı.
Telefon görüşmelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Orada iken Genelkurmay Başkanlığı Vekili olarak atanan Birinci Ordu Komutanımız Orgeneral Ümit Dündar’ın sivil otoritenin emrinde olduklarını açıklayan, darbe girişiminde bulunanları teslim olmaya çağıran, teslim olmayanların derdest edilmelerini emreden açıklamasını dinledik. O saatten sonra Ordu içinde darbecilere karşı başlayan direniş haberleriyle sevindik. Bir yanda sokakta çıplak elleriyle emniyet güçlerimizle eş güdümlü direnen halkımız, öbür yanda Ordu içinde başlayan karşı koyuşlar, darbecilerin ilk başlarda lehine olan süreci tersine çeviriyordu. Başsavcılarımız tutuklama kararları çıkartmaya başlamışlardı. Her yeni gelen haberle umudumuz artıyordu.
Ümit Dündar Paşa ile İstanbul Valimiz Vasip Şahin henüz intikal etmemişlerdi Reis’in yanına. Çatışmaların o yoğun saatlerinde güvenlik nedeniyle bu gerçekleşememişti. Zira Ümit Paşa’nın karargâhı da işgal altındaydı. Direniş, sokaklarda ve telefon marifetiyle örgütleniyordu. Her ikisi de ancak sabah namazından sonra havaalanına Cumhurbaşkanımızın yanına intikal edebildi.
REİS’İN YÜZÜNDE KORKUNUN EMARESİ BİLE YOKTU
O geceyi hiç unutmam. O ana komuta merkezinde yaşadıklarımı, gördüklerimi ve duyduklarımı zinhar unutmam. Benim için en onurlu anlardı o onlar. Evlatlarıma ve torunlarıma bırakacağım en değerli bir mirastı o anlar. Reis’in yaptığı telefon görüşmeleri veya Reis’e gelen telefonlara Reis’in verdiği cevaplar, nasıl cesaretli bir komutana sahip olduğumu apaçık görmemi sağladı. Reis’in güçlü siyasi kişiliğine ve liderliğine yıllarca tanık olmuş biriydim. Şimdi de o güçlü siyasi liderliğe eşlik eden başkomutanlığına tanıklık ediyordum. Korku, insani bir haslettir bilirim. Ama şunu tüm içtenliğimle belirtmek isterim ki, ben o gecenin hiç bir anında Reis’in yüzünde bir korku emaresi hissetmedim. Tersine büyük bir inanç ve cesaret gördüm. En ufak bir tereddüt hissetmedim. Tersine çok büyük bir kararlılık gördüm. Erdoğan’ı Reis yapan özelliklerin hepsi o geceye adeta damgasını vurmuştu.
Telefonla liderlik etti. O görüşmelerin hepsi çok önemliydi. Tarih yeniden yazılıyordu. Yeni bir tarih yazılıyordu. O gecenin tarihini yazan o büyük liderin ve başkomutanın talimatları ziyadesiyle önemliydi. Bize onları aktarmak düşmez. Ama eminim ki Reis’in bilgisi ve onayı dâhilinde 15 Temmuz’un tarihi yazıldığında yaptığı o konuşmaların içeriği de açıklanır. Kiminle ne konuştuğu ve kime ne talimat verdiği o zaman hepimizce bilinir hale gelir. O tarihi önemdeki konuşmalara tanıklık etmek, benim için büyük bir paye elbet. Sadece o konuşmalara değil, o odada yaşanan her şey, tarihimizin en kayda değer anlarına şahitlik etmek anlamına gelir ki bu payelerin en büyüğü değil de nedir?
O gece benim telefonum üzerinden de Reis’le görüşenler oldu. TV ekranlarından Reis’in yanında olduğumu görenlerden bazıları benim telefonum üzerinden Reis’le görüşmek istediklerini bildirdiler. Biri dönemin Isparta Valisi Şeyhmus Günaydın’dı. Reis kendisine gerekli talimatı çok kararlı bir dille iletti. Arayanlardan biri de o tarihte mecliste AK Parti grup başkanvekilimiz olan İlknur İnceöz’dü. “Abi” dedi. “Meclis bombalandığı için vekil arkadaşlarımızla sığınaktayız. Reis’in sesini duymak istiyoruz” Reis’e arz ettim. Reis kabul edip bir süre konuştu.
“Talimat verin de halk evine dönsün” dediler!
Gün ışımıştı. Geceden gelen başka siyasi büyüklerimiz de olmuştu. İstanbul Milletvekilimiz Bağcılar eski belediye başkanımız değerli büyüğüm Feyzullah Kıyıklık da artık aramızdaydı.
Güneş yükseldikçe gelenlerin sayısı da artmaya başladı. Darbenin akamete uğratıldığı ayan beyan olmuştu. 15 Temmuz 16 Temmuz’a evrilmişti. Gelenlerin içinde bütün gece sahada yiğitçe direnenler de vardı, gece boyu nerde oldukları bilinmeyenler de. Reis’in etrafı kalabalıklaşmaya başlamıştı tekrar. Dışarıda direnen halkımız bekleyişteydi. Bir arada olduğumuz ikinci odada Reis bana dönerek “Mehmet sen çık dışarıda bekleyen halka otobüsün üstünde bir konuşma yap. Son durumu da bildirmiş olursun” dedi. Sonra salonda bulunan diğer milletvekillerine dönerek hepimize topluca “Beraber gidip konuşma yapın” dedi. Böylece hepimiz birden çıkıp kısa konuşmalar yapıp geri döndük.
İşte tam da burada 15 Temmuz tarihine not düşmek adına önemli addettiğim bir anekdotu aktarmayı gerekli görüyorum.
Reis’in etrafında oturmuş durum değerlendirmesi yapıyorduk. Gün ışıdığında gelenler nedense daha çok konuşuyordu. İçlerinden biri Reis’e dönüp şöyle dedi: “Beyefendi, geceden beri halkımız havaalanında uykusuz bekliyor. Çok yoruldular. Bitap haldeler. Siz bir talimat verseniz de artık evlerine dönseler!”
Beynimden vurulmuşa döndüm. İçimdeki öfke kabardı. Henüz darbe girişimi tam anlamıyla akamete uğratılmamıştı. Tehdit devam ediyordu. “Adamın dediğine bak ya!” dedim içimden kızgınlıkla.
Hemen öne atılıp Reis’ten söz istedim. Mealen şunları söyledim: “Reis’im kesinlikle bu öneriye katılmıyorum. Bırakınız kitleyi dağıtmayı tam tersine iki nedenle kitleyi sokakta tutmamız gerektiğine inanıyorum. Birincisi, darbeyi henüz tam anlamıyla akamete uğratmamış isek, yani tehdit hala varlığını sürdürüyorsa halkın sokaklarda olması caydırıcı bir unsur olacağı için. İkincisi, darbeyi bertaraf etmişsek bu zaferi sokaklarda kutlamaya hakkımız olduğu için. Önerim her iki halde de halkımızı günlerce sokakta tutmamız yönündedir.”
Reis başını olumlar biçimde hareket ettirdi.
O arada söz alan Feyzullah Kıyıklık da şu öneride bulundu: “Size önerim, devlete ait Huber Köşkü yerine Kısıklı’daki kendi evinize gitmenizdir. Orada milletimiz sizi her türlü tehdide karşı daha iyi koruyacaktır.”
Ben de araya girerek bu öneriye kesinlikle katıldığımı belirttim.
Sağ olsun Reis’imiz bu önerilere uygun davrandı. Sokaktaki insanlarımız dağıtılmadı. Tersine günlerce-gecelerce meydanlarda diri tutuldu. Ve Huber Köşkü yerine Kısıklı’daki evine yerleşti. Kısıklı’da milletimiz Reis’ini muhafaza için etten duvar ördü.
15 Temmuz’un romanı yazılmalı
Anlatılacak çok şey var aslında. Şahsen beni derinden üzen çok şey.
O yüzden 15 Temmuz ve 16 Temmuz ayrımını kendi adıma çok önemsiyorum. 15 Temmuz’un tarihi henüz yazılmadı. Her boyutuyla yazılmalı artık. Herkes gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmalı. Sonra bütün bu anlatılar işi iyi bilen bir yazı ekibi tarafından esaslı bir külliyata dönüştürülmeli. 15 Temmuz’un romanı yazılmalı. Şiiri olmalı. Bir destan gibi nesilden nesile taşınmalı. Bir kalıp olarak değil, bir ruh olarak. 15 Temmuz’un esaslı ve hakikatli bir kaç sinema filmi yapılmalı. Çeşitli açılardan belgeselleri hazırlanmalı. 15 Temmuz Enstitüsü olmalı. O enstitü bünyesinde bu ruha uygun bir tarihi külliyat, edebi ve sanatsal külliyat oluşturulmalı. Aradan geçen onca yıla rağmen bunun yapılmamış olması elbette büyük bir eksiklik. 15 Temmuz kutlamaları ruhsuz seremonilerle rutine dönüştürülmemeli. En önemlisi de o devlet törenlerinde FETÖ ile mücadele ettiğimiz süreçlerinde Reis’in karşısına dikilip FETÖ hamiliği yapan ve Reis’e cübbelerinin altında sopa gösterenler davet edilmemeli. O gece nerde oldukları bilinmeyen, Reis’i ölüm karşısında yalnız bırakan kavga kaçkınları geçmiş makamlarından dolayı çağrılıp başköşelere oturtulmamalı. Onları gördükçe 15 Temmuz’un isimli-isimsiz gazileri olarak yüreğimiz inciniyor biline!
Yaşanır anlatılmaz
O geceye dair unutamayacağım anlar var.
Hepsini burada yazmam hacim itibarıyla imkânsız.
Hayıflandığım konu şu: O anları keşke anı anına yazabilseydim. Aradan uzun yıllar geçince o duygular soğuyor. Başka bir deyişle, senden uzaklaşıyor. Bugün bu satırları yazarken anladım ki 15 Temmuz yaşanır anlatılmaz. Benim kendi zaviyemden anlattıklarım, o gece dolu dolu yaşadığım duyguları tarifte yetersiz kalıyor. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, farkındayım. Kendim hâlâ 15 Temmuz’u televizyon ekranlarında anlatmayı başaramazken, anlatmaya başladığım andan itibaren duygulanıp ağlarken o birilerinin soğukkanlılıkla ve boğazı hiç düğümlenmeden saatlerce nasıl o geceyi anlatabildiklerine şaşar kalırım. İçimden ya o geceyi anlattıkları gibi hiç yaşamadılar ya da pek bir serinkanlılar diyorum. O yüzden ben mümkün olduğunca ekranlardan anlatma teklifi geldiğinde bir bahane bulup kaçanlardanım. O gece olmayanların o geceyi anlatmaları da ilginç ötesi bir durum ya, neyse, bu da bahsi diğerlerden…
O gece arada bir çıkıp devlet konuk evinin etrafında adeta etten duvar örenlerin arasına kısa aralıklarla karışıyor, onlara bilgi verip geri dönüyordum.
İnsan sevinçten ağlar mı? Ağlar dostlar! Ben o gece çok ağladım. O yiğit insanları ve isimsiz kahramanları gördükçe çok ağladım. Her seferinde gelip bana sarılıp “ Vekilim Reis’in durumu nasıl iyi mi? Darbe girişimini püskürttük mü?” diye soruşlarındaki ihlas ve samimiyeti gördükçe hıçkırarak ağladım durdum. O yürekten samimiyet ve sadakat karşısında kelimeler gelip boğazıma oturuyor ve gözyaşları halinde akıp gidiyordu. Şu an bile bu satırları yazarken yüzümü sımsıkı sarıp sarmalayan gözyaşlarımı serbest bırakıyorum. O samimiyet, sadakat ve cesaret karşısında saygıyla eğiliyorum. Bizi düştüğümüz yerden kaldıran o çoğu yoksul yiğitlerimizin, isimsiz kahramanlarımızın karşısında saygıyla eğiliyorum. Büyük-küçük demeden, kadın-erkek demeden herkesin ellerinden öpüyorum.
O gençler beni affetsin!
Bugün varsak Allah’tan sonra o şehitlerimiz ve gazilerimiz sayesinde varız. Makamlarımızı da, varlığımızı da onlara borçluyuz. Onlar için ne yapsak azdır.
Kendimce çıkardığım dersler oldu.
Öncesinde kulağında küpe olan genç delikanlılarımıza kızardım. Ayağında kot pantolon, başında örtüsü olan kızlarımıza da. “Bu nesilden ne çıkar ki!” diye düşünür söylenirdim. Beni affetsinler. O gece onlardan çok şey öğrendim. O gece gördüm ki iman, tamamen farklı bir şey. Giyim-kuşamla alakalı değil. Başı açık kızlarımızın çıplak elleriyle nasıl meydan okuduklarını gördüğümde o kanaatimin ne kadar anlamsız ve yanlış olduğunu anladım. Ve o gece karar verdim: Bir daha onları eleştirmek mi? Asla!
İçkili ağızlarıyla tekbir getirip direnenlere ne demeli peki?
15 Temmuz ruhunu da, sosyolojisini de doğru okumak lazım. O gece ölüme meydan okuyan, ölümün üstüne üstüne yürüyen insanlarımızın hangi sosyal katmanlardan geldiğini iyi bilmek lazım. Reis’e ve Reis’in şahsında ülkesine ve iradesine sahip çıkan o yiğitlerin Reis sevdasını ve Reis sevdasıyla buluşan ülke sevdasını doğru okumak lazım. 15 Temmuz ruhu olmasaydı son seçimde Reis’in yeniden seçilmesi mümkün olmazdı dostlar. Bunu bir yere önemle kaydedin derim. O ruhun sahiplerini her daim başımızın üstünde tutmamız lazım. Onları darılttığımız ve gücendirdiğimiz gün, bilelim ki sonumuzun geldiği gündür. Onları gövde kendimizi hep baş gibi görüp onlara tepeden baktığımız gün, onlara karşı kibri kuşandığımız gün, bilelim ki zevalimize de kapı araladığımız gündür. Onları hep baş tacı eden ve onlara karşı toprak gibi olan insanlar olmalıyız biz. Reis’i yeniden seçtiren işte bu değişmez duruşudur. Reis olmamış olsaydı, içimizdeki kibir abideleri yüzünden sandığa gömüleceğimizi unutmamamız lazım. 15 Temmuz’un rövanşının alınmak istendiği inancı 15 Temmuz ruhuna sahip olanları bir kez daha hareketi geçirdi. 15 Temmuz darbe girişimin siyasi ayağı da akamete uğratıldı. Bu bahsi diğer değildir dostlar. 15 Temmuz’un bizzat bahsidir, kendisidir. Bu bahsi iyi bellemesek 15 Temmuz’un ruhuna ihanet edenlerden oluruz.
O gecenin sabahına dönüyorum. Sabah ezanını bir başka duyumsadık. Reis abdestini aldı. Hep birlikte yanlış hatırlamıyorsam onun imamlığında namaza durduk. Bazı anlar vardır ki o anların namazı bir başka oluyor. Darbe girişiminin akamete uğratılmasının verdiği sevinçle kıldığımız namaz uykusuz ve zorlu geçen saatleri yürek ferahlığına çevirmişti. Zafer kazanmanın haklı bir gururuyla hamd makamındaydık. O darbecilerin karşısında eğilmeyen başlarımız Rabbimizin karşısında huşuyla eğiliyordu.
Erdoğan’a 2. suikast girişimi
Darbe girişimi akamete uğramıştı. Lakin kısmi direnişler devam ediyordu. Darbenin merkez üssü Akıncılar henüz düşmemişti. Ölümcül tehdit devam ediyordu.
Şimdi o gecenin en önemli olaylarından birini, çoğu kimsenin bilmediği için es geçilen suikast girişimini anlatmanın yeridir. Bu, Marmaris’ten sonraki ikinci suikast girişimiydi.
Reis İstanbul Valisi ile Genelkurmay Başkanlığına vekâlet eden 1. Ordu Komutanını bekliyordu. Geldi gelecek deniyordu. O esnada aprona bir helikopterin inmek üzere olduğunu pervane seslerinden duyduk. O kadar yakından geliyordu sesler. Gelenlerin Vali Vasip Şahin ile Ümit Dündar Paşa olduğunu varsaydık. Dışarıya korumalarla çıktığımızda durumun farklı olduğunu anladık. Havada askeri bir helikopter duruyordu. Gözleri tamamen karartılmıştı. Aprona oldukça yakın bir mesafede duruyordu. Kapısı açıktı. Ellerinde makineli tüfeklerle her an ateş açmaya hazır gözü dönmüş FETÖ’cü darbeciler vardı. Belli ki Reis’i ve maiyetini öldürmeye gelmişlerdi. Çünkü Reis’in orada olduğunu biliyorlardı. Korumaların cesur müdahaleleri karşısında korkup havalandılar. Üzerimizden bir-kaç tur attıktan sonra defolup gitmek zorunda kaldılar. Reis ve bizler aprona bakan o büyük salondaydık. Reis’in torunları camın kenarındaki koltuklarda mışıl mışıl uyuyorlardı. Cenab-ı Hak başta Reis’imiz olmak üzere hepimizi muhafaza buyurdu. O odada olduğumuzu bilmiyorlardı. Bilip ateş açmış olsalardı kim bilir ne olurdu! Ya bilmedikleri için ateş açmadılar ya da korumaların anında müdahalesinden korkup kaçma yolunu tercih ettiler. Reis’in talimatıyla kule telsizinden helikopterin kimliği tespit edilmek istendiyse de onca aramaya rağmen helikopterdekilerin cevap vermediği bilgisi verildi. O helikopterin akıbeti ne oldu bilmiyorum. İçindekilerin de. Çünkü o gecenin en karanlık anlarında her şey birbirine karışmıştı. Bu menfur suikast girişiminden sonra aprona bakan odadan güvenlik nedeniyle yan odaya geçtik.






