Roman, öykü ve şiire hâkim olan “mevsim” genelde sonbahardır. Bahar umudun habercisiyken, sonbahar ve kış hüznü ve yalnızlığı fısıldar. Karanlığın gölgesinde, uzun geceler; içe dönük zamanlar… Okur nezdinde de belki pek iç açıcı değildir. Fakat yine de “kış” edebi metinlerin vazgeçilmezi arasında... Dosya konumuza tarihsel süreç içinde bir pencere açacağız ve yazar İskender Pala’ya kulak vereceğiz. Hicrani’nin “İçimde kor donar buzlar tutuşur, Yağan ateş midir kar mıdır bilmem” dizesini hatırlatan Pala, Divan edebiyatında kış temasının nasıl işlendiğini örnekleriyle aktarıyor. Pala, “Şaire göre kış dış dünyadan ziyade içinde mecaz ve kinayelere dönüşen hasretlikler, pişmanlıklar, tükenmişlik veya hüsranlardır. En önemlisi de geçen yıllarıdır. Ta ki bütün insanlık halleri, hayatın fırtınaları, saçlara yağan karlar, içini titreten ayazlar, ruhunu kuşatan kasırgalardır” diyor…
Hemen her dönemin şairleri dört mevsim içinde son tercihlerini kıştan yana kullanmışlar nedense. Şiire konu olmak bakımından bahar mevsimi sevinçleri, sonbahar hüzünleri, yaz da çile ve ıstırapları yüklenip götürünce kışa da karlar, fırtınalar, ayazlar, kasırgalar düşmüş. Kış, hayatın kısıtlanmış halidir. Yine de kışlık giyecek ve gıdalar, soğuktan korunma şekilleri, kış kahveleri ve kış sohbetleri şairin hayalhanesinde zengin çağrışımlar yapar. Şaire göre kış dış dünyadan ziyade içinde mecaz ve kinayelere dönüşen hasretlikler, pişmanlıklar, tükenmişlik veya hüsranlardır. En önemlisi de geçen yıllarıdır. Ta ki bütün insanlık halleri, hayatın fırtınaları, saçlara yağan karlar, içini titreten ayazlar, ruhunu kuşatan kasırgalardır. Soralım kendimize, geriye dönüp baktığımızda sevinçleri mi daha çok hatırlıyoruz, kederleri mi? Ömrün yekunu, geçici mutluluklar yahut fasılalı hüzünlerden ziyade cana dokunan acıların istifi değil midir? İşte bu yüzden ben şaşıyorum o şaire ki kışın çilesi varken yazın eziyetini, sonbaharın hüznü varken baharın şetaretini anlatmış, mısralarını baharla, sevgiliyle, ıyş u işretle doldurmuş. Kış onun için nadiren hatırlanan bir mevsim gibi. Hatta şaire bizzat kendini hatırlatmak zorunda kalan bir mevsim; soğuğuyla, içe işleyen titretişiyle, sarınıp sarmalanmak istenen kişi veya giysisiyle… Ya tahammül etmeniz yahut ateşine yönelmeniz gerekiyor. Ne de olsa “Ateş kenarı kış gününün lalezarıdır” buyurulmuş.
Divan şiirinden bahsederken zihnimizde canlandırmamız gereken kış mevsimini doğalgazdan, kaloriferden, petrolden, klimadan, elektrikli ısıtıcıdan hatta sobadan bile arındırmamız gerekir. Bir ocak, bir mangal ve bahçelere tepeleme yığılmış meşeler, çamlar, sedirler, kavaklar... Tabiî kozalaklar ve çıralar... Önce ocak yakılıp kor elde edilecek, sonra korlar şöyle yolu yordamıyla mangala yerleştirilecek ve devasa konakların yüksek tavanlı kallavi odalarının ısınması beklenecek. Kışın kışlığını yaptığı zamanlar yani. Tekkelerde zikirle yahut sevgili yanında şiirle geçen uzun geceleri anmazsak kış „Aman bir bitse!“ temennilerinin muhatabı.
Haliç’in veya İstanbul Boğazı’nın donmasına ebced ile tarih düşüren şairlerin şiirlerinden yola çıkarak yaklaşık elli yılda bir Boğaz’ın, yirmi yılda bir de Haliç’in donduğunu izleyebiliyoruz. Boğaz’ı yürüyerek geçenler veya Haliç’te ayaklara sığır kaburgalarını bağlayıp buz pateni yahut aşık kemiklerini bağlayıp slalom yapan atalarımızı düşününün bir. Ben altmış eşiğini geçtim, henüz ne Haliç’in, ne Boğaz’ın donduğunu gördüm. Denizlere döktüğümüz onca petrol, yağ, plastik gibi atıklar yüzünden suyun donma derecesi sıfırın çok altına düştü, havaya savurduğumuz onca azotlar, karbonlar, kozmetik atıkları sebebiyle de kışın dondurma özelliği kayboldu. Zannederim gelecekte şu bizim eski şairlerin insan iliğine işleyen kar, buz ve soğuğu andıkları nadir şiirler birer uzak hatıra yahut belge olacak. Hiç olmazsa elde “kış” yahut “şita” redifli gazeller, şitaiye dediğimiz bir tür var.
Şitaiyyeye kışı ve soğuğu vesile ederek yazılmış tebrik şiirleri gözüyle bakabiliriz. Kaside biçiminde yazılırlar ve nesip bölümünde kıştan bahsederler. Bilhassa XVI. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazanmış, özellikle ramazan veya bayramların kışa rastladığı yıllarda şairlerin itibar ettiği manzumeler arasına girmiştir.
Şitâiyyeleri şiirin hayatla irtibatını ortaya koyması, zaman kavramının algılanış biçimini göstermesi, kışın toplumda meydana getirdiği başkalaşımı anlatması bakımından önemli sayabiliriz. Şitaiyeler yazıldıkları dönemin sosyal hayatına, kış mevsiminin iç veya dış mekanlarına, kışlık gelenek ve göreneklere yer vermek bakımından da önemli sayılır. Zâtî, Nev‘î, Nef‘î, Nedîm, Sâmî ve Enderunlu Fâzıl’ın şitaiyeleri önemlidir. Tanzimat döneminde de Ziya Paşa’nın, “Zemistan geldi hükm-i zemherîr erdi cihân üzre / Felek ak câmeler kesti sevâd-ı bûsitân üzre(Kış gelip de dünya zemherinin hükmüne girince felek kara toprağa beyaz giysiler kesti)” beytiyle başlayan şitaiyesi ünlüdür.
KIŞ İLHAM VERMİŞTİR
Kısmen… Gazeller ve şitaiye kasideleri haricinde mesneviler ve musammatlarda da kıştan bahsedilmiş çünkü. Bursalı Lamiî Çelebi Münâzara-i Bahâr u Şitâ, Kastamonulu Latifî de Fusûl-ı Erbaa adlı eserlerinde mevsimleri konuştururlar, münazaralara tabi tutarlar. Bu tür mesnevîlerde kış elbette horlanan cenahtadır. Söz gelimi iyilik ve kötülük temsil edilecekse, kış kötülük adına orada yerini alır. Keza kış deyince şarkılarıyla hem Lâle Devri’ne, hem musikîmize, hem de edebiyatımıza damgasını vuran, şuh edalı şair Nedim’in sıcak kucağını da hatırlamamız gerekir. Çünkü onun zamanında kışlar zaman zaman eğlence mevsimine de dönüşmüştür. Konaklarda ve kibar evlerindeki hamamlarda dolmalı, şerbetli safalar sürmek yahut eşrafın âdet hâline getirdiği helva sohbetleri, kadınların mangal başı musikî ve fiskos cemiyetleri falan. Bir de şarkılar var tabii, Nedim dilinden:
Yetmez mi sana bister ü bâlîn kucağım
Serd oldu havâ çıkma koyundan kuzucağım
Âteşlik eder sana bu sînemdeki dâğım
Serd oldu havâ çıkma koyundan kuzucağım
Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursun
Billâhi döğer dur hele dâyen seni görsün
Dahî küçüceksin yalnız yatma üşürsün
Serd oldu havâ çıkma koyundan kuzucağım
Der sana Nedîmâ bunu tekrâr be tekrâr
Bîgâne ile etme sakın azm-i çemenzâr
Gürgân gibi ağyâr, kaparlar seni zinhâr
Serd oldu havâ çıkma koyundan kuzucağım
Özetle şöyle demektir:
Kuzucağım! Yastık ve yorgan olarak sana kucağım yetmez mi? Havalar soğudu; sakın koyundan çıkma. Bağrımdaki dağlama yaraları sana (ısınacak) ateş olsun. Havalar soğudu, kuzucağım, sakın koyundan çıkma.
Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursun. Dur hele, dadın seni görürse billâhi döver. Henüz küçücüksün, yalnız yatma, üşürsün. Havalar soğudu, kuzucağım, sakın koyundan çıkma.
Nedîm kulun sana bunu tekrar tekrar tenmbih ediyor ki, sakın yabancılarla çimenliklere gitme! Yoksa kurtlar gibi ağyar seni kapıverirler. Kuzucuğum, havalar soğudu sakın koyundan çıkma.
HER OKUDUĞUMDA ÜŞÜTEN GAZEL
Beni her okuyuşumda tekrar üşüten bir gazel var, evet. Üsküdarlı Aşkî‘ye (ö.1576) ait hazin bir hikâye:
Kâr eder mi acaba kürk ile fistâna soğuk
Geçer ilmez hele sûzen gibi kaftâna soğuk
Kanı ol dem ki bürûdetle bakardık nâra
Şimdi sındırdı bizi âteş-i sûzânâ soğuk
Gerçi yabanda eser savurur ammâ lîkin
Gelebilmez mey-i hamrâyile meydâna soğuk
Bülbülü sürdü vü tağıtdı gülün hırmenini
Âkıbet netdi görün sahn-ı gülistâna soğuk
Düşmen etdiği bürâdet yeter ey bâd-ı şitâ
Şimdi ol yâri komaz kim çıka seyrâna soğuk
Nâgehân ger bula sahrâda kuzu kürki ile
Gürg-i hûn-hâre gibi kasdeder insâna soğuk
Elimiz ermez ise bir eyü kürke Aşkî
Kaçıra gibi bizi çâk Arabistân’a soğuk
Günümüze uygun söylersek aşağı yukarı şöyle demek oluyor:
Soğuk, acaba kürklü fistana hiç kâr eder mi? Hele kaftan olursa, soğuk bir iğne gibi geçer de insana ilişemez.
Hani o ateşe soğuk baktığımız zamanlar! Soğuk şimdi bizi yakıcı ateşe de (ı)sındırdı.
Gerçi yabanda eser savurur ama; şöyle eline (ateş renginde ve ateş yakıcılığındaki) kırmızı şarabı alıp meydana gelemez.
Bülbülü sürdü, gül harmanını dağıttı. Soğuk, sonunda gül bahçesine neler etti bir görün!
Ey kış rüzgârı! Bize düşmanın ettiği soğukluk yeter (bir de sen esme; zaten) soğuk da şimdilerde o sevgiliyi seyrana çıkmaya bırakmıyor.
Soğuk, alimallah dağda-bayırda insanı apansız kuzu kürkü ile yakalayacak olsa, kan yiyen kurtlar gibi cana kasdeder.
Ey Aşkî! Elimiz şöyle iyi bir kürke ermezse; bu soğuklar bizi Arabistan’a kaçıracağa benziyor.
Hay hay, işte bir tane. Kış kurak geçmiş olmalı ki Nev’î, felek denen gökkubbenin mürekkebinin donduğunu ve yeryüzünün çimen çimen yazılardan eksik kaldığını anlatıyor:
Yire hatt-ı çemen yazılmaz oldı
Devât-ı çarh-ı çînî toñdı beñzer
* * *
Bakî, bad-ı heva (rüzgar / bedava) ve akçe (iri kar tanesi / gümüş para) kelimelerini ikişer anlamda kullanarak karın gökten lapa lapa yağarak ovaların eteklerini ve dağların ceplerini nasıl doldurduğunu anlatıyor.
Zemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine
Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl (Baki)
Laedri üstadımızın şu beyti de tablo gibi: Rüzgar bir hallac, karlar pamuk, selvi fidanı da hallac yayı…
Sabâ hallâc oldı berf penbe
Kemân şeklinde her şâh-ı sanevber
Şaire göre kasırga ortalığı öyle kasıp kavurmakta ki güneş üryanlığından tir tir titriyor. İşte buyrun:
Güneş lerzân igen uryânlığından
Şitâb ü şiddet eyler bâd-ı sarsar
Şu da bu dosyanın mottosu olsun:
İçimde kor donar buzlar tutuşur
Yağan ateş midir kar mıdır bilmem (Hicranî)