|

“Yahu yine yanıldık!” diyen adama

Bakınız ne diyor Kemal Tahir ağabeyimiz: “Hem bu çocuklar, silahla ne yapabileceklerini umuyorlar?... Birkaç kişiyi öldürünce, Devleti ele mi geçirmiş olacaklar?... Kim dürteliyor bu çocukları, kim akıl veriyor bu kızlara, oğlanlara?... Verecek akılları olsa, hiç kendileri kullanmazlar mıydı?”

04:00 - 15/02/2021 Pazartesi
Güncelleme: 13:47 - 15/02/2021 Pazartesi
Yeni Şafak
Kemal Tahir
Kemal Tahir
ARİF AY

Sayın Kemal Tahir,

Geçen gün İsmet Bozdağ’ın “Kemal Tahir’in Sohbetleri” adlı kitabını yeniden okurken, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığınız bir konuşmadan söz etmeniz dikkatimi çekti. Dikkatimi çekti ne demek, bayağı heyecanlandım. Bu konuşmayı 1963 yılında yaptığınızı tahmin ediyorum. Çünkü, kitapta o bölüm tarihsiz olarak başlıyor; ama, bir önceki ve bir sonraki bölümlerin başına 1963 yılı yazılmış. Bu mektubu da bu konuşma vesilesiyle yazıyorum. O konuşmayla ilgili şunlar diyorsunuz: “Biliyorsunuz, Boğaziçi Üniversitesi’nde konuşurken, beş on genç arka sıralara doluştular ve konuşmanın ortasında ‘Eylem, eylem!’ diye bağırmaya başladılar. Onlar, beni deynekçi olmaya çağırıyorlardı her halde… Geçenlerde İstanbul Üniversitesi’nden birkaç genç geldi ve arkadaşları adına konuştuklarını söyleyerek beni eyleme çağırdılar. Kendilerine ne dediğimi biliyorsun: ‘Onlara uygun bir yer açmaya karar verdiğim zaman kendilerine haber göndereceğim., hiç telâş etmesinler…’ dedim. Beni bu kadar terbiyesiz olmaya zorlamamalıydılar! Çünkü, eylemdeyim ben! Mesleğimi en iyi biçimde yapmaya çalışıyorum. Her önüme düşen sorunu, en iyi biçimde araştırmaya özen gösteriyorum. Benim eylemim bu!.. Ben elime silahı alıp sokağa çıkacaksam, benim işimi kim yapacak?..” (Kemal Tahir’in Sohbetleri, s.57)

SORUN REKTÖR DEĞİL ANLAMADINIZ MI


O konuşmanın üzerinden 58 yıl geçmiş. Pek çok şeyde yanıldığınız ortada fakat bunda yanılmamışsınız. O gün size ‘Eylem, eylem!’ diye bağıran gençler, yaşıyorlarsa, 78 yaşındalar ve artık eylem yapacak halde de değiller zaten. Ama onların torunları bir aydan beri eylemleriyle ülkenin gündemindeler. İlk gün, atanan rektör istemediklerini dile getirdiler. Sanki ülkenin tüm yasaları düzgünmüş de bir rektör atama yasası yanlışmış gibi yasanın değiştirilmesi için eylemlerini sürdürdüler. Haydi bunlar öğrenci, bir yerlerden dolduruluyorlar, ya o rektörlük binasına sırtını dönen profesörlere ne demeli? Sonraki günlerde pankartlar kaldırıldı havaya: “SORUN REKTÖR DEĞİL. ANLAMADINIZ MI?” Sorun ne o peki? Sorun her ne ise, bunun için devletin kolluk kuvvetleriyle çatışmaya girmek akıl işi mi? Sabret, sandık önüne geldiğinde kimi iktidarda görmek istiyorsan ona oyunu verirsin olur biter. Canının yanmasına, derslerinden kalmaya değer mi? Yok, derdin daha büyükse, sistemi değiştirmekse, bunun yolu da bu değil. Oturursun beynini bilgiyle doldurursun, aklını kullanmayı öğrenirsin, kimlik sahibi olursun ve ülkene iyi bir gelecek hazırlamak için kendine hedefler belirlersin, hayata atılınca da tasarladığın düşünceleri bir bir uygulamaya korsun. Bunun dışındaki yolların tümü yanlış. Bu senaryolardan iyi film çıkmaz. Bu senaryoları uygulamaya kalkışırsan düşmanın ekmeğine yağ sürersin ve ucuz siyasetçilerin oyuncağı olursun. Göremiyor musunuz sizi nasıl da poh pohluyorlar yanınızdayız diyerek. Sırtını dönen hocalarınıza da güvenmeyin. Onların tuzu kuru. İş sıkıya geldi mi ortadan toz olurlar. Gerçi sizin silahınız yok ama aranızdaki provokatörler silah kullanabilir. 12 Eylül’ü bir düşünün. Gençliği birbirine kırdırdılar. Onca acı, işkence, darağacında sallanmalar, Kenan Evren gibi bomboş bir adamı cumhurbaşkanı yapmaktan başka neye yaradı?

Bakınız ne diyor Kemal Tahir ağabeyimiz: “Hem bu çocuklar, silahla ne yapabileceklerini umuyorlar?... Birkaç kişiyi öldürünce, Devleti ele mi geçirmiş olacaklar?... Kim dürteliyor bu çocukları, kim akıl veriyor bu kızlara, oğlanlara?... Verecek akılları olsa, hiç kendileri kullanmazlar mıydı?” (Kemal Tahir’in Sohbetler, s.57)


ÇOCUKLUKTA BAŞLAR SIKINTILI GÜNLER

Sayın Kemal Tahir,

II. Abdülhamid’in özel marangozu Yüzbaşı Tahir Bey ve Yıldız Sarayı’nda yetişmiş Adapazarlı Nuriye Hanım’ın çocuklarının büyüğü olarak 1910’da dünyaya geldiğinizde kader ağlarını çoktan örmüş. Savaşlarla boğuşan, yoksullukla boğuşan bir dünyanın içine düşersiniz. 1908 darbesiyle birlikte babanız emekliye sevk edilir ama emekli maaşı bile bağlanmaz. O, sokaklarda iş arayan sıradan bir dülgerdir artık. 16 yaşında annenizi kaybedersiniz ve bu kaybedişe dair duygularınızı şöyle dile getirisiniz: “İnsan annesine ne güzel şımarır. Ben bu anne bahsinde anneme hiçbir zaman layıkıyla doymuş olamamanın azabını çekerim. Bu sebeple anneleri yaşayan dostlarımın anneleri topyekûn benim annelerim gibidir.”

Çocukluğunuzda başlayan çileniz, bekâr odalarında, kahvehanelerde, Beyoğlu’nun sokaklarında ve hapishanelerde sürer gider. Galatasaray Lisesi’nin onuncu sınıfından ayrılarak, Kapalıçarşı’da kuyumcu çıraklığı, Zonguldak’ta ambar memurluğu ve avukat katipliği yaparak hayat mücadelenizi sürdürürsünüz ama kendinizi yalnız hissetmekten de kurtulamazsınız: “Çok yalnızım be İrfan. Öyle Kopmuş, öyle tek başına bırakılmış, öyle histen uzak bir yalnızlığım var ki… Evlenmek istiyorum artık. Hem de nişanlanmak filan değil, doğrudan doğruya şimşek gibi bir hamleyle evlenmek.” Dediğiniz Fatma İrfan’la 12 Ağustos 1937’de evlenirsiniz. Yalnızlıktan kurtulmanız uzun sürmez. Evliliğinizin bir yılı bile dolmadan 17 Haziran 1938’de “Kitap vermek suretiyle donanmayı isyana teşvik etmekten” gözaltına alınırsınız. 29 Ağustos 1938’de tutuklanır ve Erkin gemisindeki duruşmalar sonunda 15 yıl cezaya çarptırılırsınız. Birlikte yargılandığınız Nâzım Hikmet de 35 yıl ağır hapse mahkûm edilir. “Bu memlekette ilkmektep çocuklarını eroine alıştırmanın, ilkmektep kızlarını randevu evine alıştırmanın cezası bir senedir, şiirin cezası 35 sene…” diyerek çelişkiyi vurgularsınız. Üstelik, komünistlikten 15 yıl ceza aldığınızda Marksizm’in ne olduğunu bile bilmediğinizi söylersiniz. Çünkü birileri bunu size öğretecek: “Bütün Türkiye Cumhuriyeti, ordusu, Temyiz mahkemesi, Hükumeti ile Kemal Tahir muhakkak komünist olmalı diye seferber olursa, takdire tedbir uymuyor demektir. Biz de halis yerli komünist olur çıkarız. Hem komünist olmak atla deve değil ya önümüzde 15 adet yıl var. Düşüne taşına, okuya üfleye icabına bakılır.”

Kitaplarınızla, topladığınız notlarla dolu tahta sandık ve bavulunuzdan başka bir şeyiniz yok. Artık Çankırı, Çorum, Malatya, Nevşehir, hapishane hapishane dolaşmaktır kaderiniz. Gazetelere tefrika romanlar yazarak geçinmek zorundasınız. Bir roman fabrikasına dönüşürsünüz ve arka arkaya talepler doğrultusunda romanlar yazarsınız. Kırk günde iki roman bitirirsiniz. Ne ki, gazeteler telif ücretini çoğu zaman göndermezler. Semiha Hanım’ın dikiş parasından gönderdiği 15-20 liralara muhtaç olmak sizin gibi kabadayı bir adama ne kadar ağır gelir kim bilir. “Sevgili bacım Semiha, Bolu’ya vasıl olur olmaz yolladığın 15 lirayı ve geçenlerde gönderdiğin 20 lirayı aldım. Teşekkür ederim. Bilhassa 20 lira pek işime yaradı. Adeta Hızır gibi imdadıma yetişmiş oldu. (…) Fakirlikten öylesine canım yanmış ki sevgili, gönderdiğin 20 lirayı gözümü bile kırpmadan piyango biletine yatırmıştım. Bir tam bilet aldım. Amorti bile çıkmadı. Gözü kör olsun. (…) Yoksulluk insanın tabiatını bozuyor galiba…” (Notlar / Mektuplar, s.190)

Sayın Kemal Tahir,

“Bir bakkal dükkânı bile beş ayda tasfiye edilemezken biz koca imparatorluğu Lozan’da tasfiye ettik.” türü sisteme yönelik eleştirileriniz nedeniyle Kemalistlerle, Osmanlı’yı övmeniz ve “kerim devlet” olarak nitelendirmeniz nedeniyle Marksistlerle aranız açılır. “Bizim Marksistlerimiz -hoş Marksist demekle kendilerine haksızlık ediyorum ya, artık her neyse- gözlerini Sovyetlere dikmişler, maymun gibi oradakileri taklit ediyorlar. Sovyetler kerhane işletmeğe kalksa bizimkiler karılarını sermaye yerleştirip bu işe kalkışacaklar!” diyerek ağır eleştirilerde bulunursunuz.

ANADOLU’NUN RUHUNU ARAMAK

Sayın Kemal Tahir,

Cemil Meriç’in bir tespiti var. Şunu der: “İrfandan yoksun milletlerin bütün mukayese çabaları yüzeysel ve yapmacık kalmak zorundadır. İrfanını kaybetmiş bir milletin ne kendini ne de tarihi anlaması mümkün değildir.”

Doğrusu bu tespit fertler için de geçerlidir. Sizin de yanılmalarınızda ve hakikati bir türlü görememenizde irfan eksikliğinin payı yok mu acaba? Osmanlı’yı “kerim devlet” olarak nitelendiriyorsunuz ama onu “kerim” kılan şeyin ne olduğundan söz etmiyorsunuz. Kuşkusuz, Osmanlı’yı “kerim” kılan şey İslam’dı ama siz ve sizin gibi aydınlar, İslam dendi mi kaçacak delik arıyorsunuz. Onun için de hep yanılıyorsunuz. Yerli de olamıyorsunuz.

Anadolu’nun ruhunu aradığınızı söylüyorsunuz. İslam’la müşerref olmadan Anadolu’nun ruhunu bulmak, milleti anlamak mümkün mü? Dolaysıyla, “Hümanizm, dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesidir.” demeniz yetmiyor.

Bir de şu var: Osmanlı toprak düzenini öğrenmek için Marks’ın kapısını çalmaya hiç gerek yoktu. İslam’ın “Mülk Allah’ındır.” buyruğunu bilmek yeterlidir. ATÜT arayışına girmeye de gerek kalmazdı. Batılı referanslarla Anadolu’ya bakarsanız yanılgılardan kurtulamazsınız. Tıpkı, şu yanılgınızda olduğu gibi: “27 Mayıs Kemalist Türk ordusunun namuslu bir davranışı ve korkunç bir soygunun yolunu kesmiştir.”

Oldu mu Kemal Tahir? Tek parti döneminde öyle soyulmuş ki millet, bir deri bir kemik kalmış. Karasabana koştuğu öküzleri de elinden alınmış. Kusura bakma da Demokrat Parti’ye pek bir kalmamış. Okur yazarlarımızın fikir, irfan fukaralığı yanında inanç fukaralığı da ayrı bir dert.

Esir Şehrin İnsanlar, Hür Şehrin İnsanları, Kurt Kanunu ve Yedi Çınar Yaylası romanlarınızda Peygamber Efendimize ve ailesine dair hakaret içeren sözlerinize ne demeli? V. S. Naipaul’lardan ne farkınız kalıyor?

Anadolu’nun ruhu diyorsunuz, nerde kabadayı, suç işlemeye meyyal, onun bunun ırzına, malına göz diken adam varsa romanlarınızda… Koğuş arkadaşınız Orhan Kemal, bu durumdan rahatsızlığını şöyle dile getirir: “Kemal Tahir’den ben, aydınlık, ileri, yurdunu ileriye götürecek olumlu tipler istiyorum. Benim memleketimde sadece gavatlar, pezevenkler, deyyuslar mı var?”

SON AKŞAM YEMEĞİ

Sayın Kemal Tahir,

Hayat bir cümledir ve sonuna mezar denen bir nokta konur.

20 Nisan 1973 tarihinde Mehmet Barlas’ın Şişli’deki evinde eşiniz Semiha Hanım’la akşam yemeği davetine katılırsınız. İsmail Cem, Ali Sirmen, Mete Tunçay, Tuncer Arıklı, Afşin Germen ve eşleri sofranın diğer konukları.

Yemek sonrası sohbet koyulaşır. Mete Tunçay sizi “Siz tarihe sadakat göstermiyorsunuz, olayları ve gerçekleri saptırıyorsunuz.” diye eleştirmeye başlayınca sohbetin havası birden değişir. Beklemediğiniz bu eleştiri karşısında bir sarsıntı geçirişiniz ama kimse fark etmez. Belki de hayat denen cümlenin sonuna yaklaştığınızı hissedersiniz. Eşiniz Semiha Hanım’la geç vakitte Göztepe’deki evinize geldiğinizde bizim kata çıkacak gücüm yok diyerek biraz soluklanmak için birinci kattaki komşunuzun zilini çalıp içeri girersiniz. Gaz sancısı diye kıvranırken doktor istemezsiniz. Bir köşeye iki büklüm vaziyette büzülürsünüz. Doktor geldiğinde siz ruhunuzu çoktan teslim etmişsiniz. Hayat denen cümle bitmiştir. Ertesi gün noktayı dostlarınız koyar.

İşte böyle Kemal Tahir, Boğaziçi’nden nerelere geldik.

#Kemal Tahir
#Mete Tunçay
#Mehmet Barlas
3 yıl önce