|

Söz ve eylem arasındaki uyumsuzluk

Günümüz dünyasında İslam’ın müminlerin arzu ettiği gibi hızlı ve geniş kitleleri kucaklar şekilde yayılamamasının nedenlerine gelince, bu hususta söylenecek pek çok gerekçe bulunabilir. Ancak hâl meselesinin oldukça ihmal edilmiş olduğu bir gerçektir.

04:00 - 19/04/2023 Çarşamba
Güncelleme: 23:16 - 18/04/2023 Salı
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
Enbiya Yıldırım

Hz. Peygamber zamanında İslam’ı kabul edenlerin büyük çoğunluğunun Allah’ın kitabını okumak suretiyle Müslüman olduklarını söylememiz çok zordur. Zira okuma yazma oranının son derece sınırlı olduğu bir coğrafyada insanların ellerine mushaf parçalarını alarak rabbimizin emirlerini okuduklarını ve bundan etkilenerek son hak dini benimsediklerini söylemek oldukça iddialı bir söz olur. Ashab, ayet metinlerini yazmak için okur-yazar olan kişiler keza yazacak malzeme bulmakta zorlanırken, İslam’a davet edilen kimselerin ayetleri yazılı metinlerden okumak suretiyle din ile yüzleşmelerini beklemek hayal olur.

Bunu derken, Arabistan yarımadasında İslam, mushaf bir kenara bırakılarak yayılmıştır demiyoruz elbette. Öncelikle Müslümanlar rabbin buyrukları ile son elçinin öğretilerini anlatarak insanları İslam’a davet etmişlerdir. Bu bir gerçektir. Onlar muhteşem çabalarında ezberlerinde olan ayetleri muhatap kitlelere okuyarak son kitaptan nakille yaratıcının ne istediğini aktarmışlardır. Dolayısıyla tebliğ Kur’an ve hadislerin gölgesinde yapılmıştır. İslam’ın nasıl bir din olduğu, emirlerin ve yasakların neler olduğu, insanlığa ne vaat ettiği bu iki temel dayanak ile yürütülmüştür. Ancak Kur’an okuma kursları düzenlenmesi veya ayetlerin çoğaltılarak insanlara dağıtılması gibi bir faaliyet söz konusu değildi. İslam tebliğcileri gittikleri yerlerde buyrukları okumuşlar veya muhtevalarını aktarmışlar, ardından insanların kabul etmesini beklemişlerdir.

Tabloya baktığımızda gördüğümüz husus, sözlü anlatımın ağırlığa sahip olduğu, insanların büyük kısmının da namazlarını eda etmek için ihtiyaç duydukları miktarı ağızdan ezberledikleridir. Tüm bunların yanında okur-yazar olup da Hz. Peygamber’in yakınında yer alan bir kısım ashabın Allah’ın buyruklarını yazdıkları veya yazılı sayfaları edinerek ezberledikleri gerçeği de unutulmamalıdır. Bununla birlikte İslam’ın buyrukları toplumun kalbine sözlü anlatım veya ezbere okuma ile aktarılmaktaydı. Bu inkâr edilemez bir hakikattir.

Böylesi bir atmosferde İslam’ın çok kısa bir sürede gönüllerde yer edinmesinde temel etkenler nelerdi diye bir soru sorulacak olursa, bunun iki şıklı bir cevabı vardır: a) Dünyaya çok farklı bir hayat nizamı vaat eden Kur’an ve Peygamber buyruklarının insanları etkilemesi, gelecek günlerin çok daha güzel olacağına yönelik olarak oluşan kuvvetli inanç. b) İslam’ı yaşamlarıyla tebliğ eden güzel kulların sergiledikleri örneklikle bulundukları çevrelerde müspet etki oluşturmaları.

Bu olgu bizlere şunu göstermektedir: Ashab İslam’a yabancı olan kimselere yaratıcının ve elçisinin buyruklarını aktarıp İslam’ın onlara nasıl bir hayat vaat ettiğini, ölüm sonrası için de neler müjdelediğini aktarıyorlardı. Aynı zamanda onlar, İslam’ın insan üzerinde nasıl bir değişim gerçekleştirdiğini ve yaşamı nasıl güzelleştirdiğini gösteren bir hayat tarzı sergiliyorlardı. Böyle olunca da, onları dinleyenler İslam’ın o bölgede hiç şahit olmadıkları sistemini dikkatle dinleyip getirdiği yüce ahlakı yitik hazineleri gibi görüyorlar, aynı zamanda da bu güzelliği kendilerine aktaranların yaşantılarındaki mükemmel durumdan etkileniyorlardı. Dolayısıyla “kâl” yani söz dediğimiz şey ile bunun pratik hayata yansıması olan “hâl” yan yana geliyordu.

Ashab sözlü anlatım, yaşantı ve cihad üçlüsüyle İslam’ın insanlara ulaşması ve onlar tarafından kabullenilmesi için ellerinden gelen gayreti gösterdi. Üzerlerine düşen sorumluluğu fazlasıyla îfa etti. Malı ve canı feda etmenin ne demek olduğunu bütün insanlığa öğretti. Bu hususta Hz. Peygamber’e doğrudan hitap eden ve bütün inananlara sorumluluk yükleyen ayetler çoktur. Üçünde şöyle buyrulmaktadır: “Peygamber’in üzerine düşen sadece duyurmadır. Allah, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.” (Mâide, 99) “Bize düşen de sadece apaçık tebliğdir.” (Yâsîn, 17) “Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.” (Tegâbun, 12)

Günümüz dünyasında İslam’ın müminlerin arzu ettiği gibi hızlı ve geniş kitleleri kucaklar şekilde yayılamamasının nedenlerine gelince, bu hususta söylenecek pek çok gerekçe bulunabilir. Ancak hâl meselesinin oldukça ihmal edilmiş olduğu bir gerçektir. Dolayısıyla kabahat yüce kitabımızda değil bu kitabın buyruklarını yaşamlarında tatbik etmeyen Müslümanlardadır. Gerçekten de hâl ile kâl arasında bir sorun vardır.

“Bir Müslüman olarak yaşantımla insanlığa sunduğum bir örneklik var mı” sorusuyla işe başlamak gerekecektir. Günümüz Müslümanlarının bu soruya müspet cevap vermeleri son derece zordur veya bunu söyleyebilecek durumda olan kişi sayısı oldukça azdır. Çünkü bizlerin hâl diliyle insanlığa sunduğumuz İslam, Allah ve Rasûlünün İslam’ı değildir. Şekil Müslümanıyız velhasıl. Bu durumu daha iyi anlamak için bir örnek vermekte fayda var:

Gözünüzde bir Avrupalı Hıristiyan canlandırın. Bu kişi Hıristiyanlık’tan vazgeçmiş olsun. Dünyada Hıristiyanlık dışında pek çok din olduğundan, her birinin kitaplarını okuyarak dinleri tek tek tanımaya ömrünün yetmeyeceğini düşünür. Kestirmeden giderek, yeryüzündeki dinlerin durumuna bakayım, der. Ardından da her dinin inananlarının yoğunlukta olduğu bölgeleri incelemeye başlar. Böylece yaşanabilir olan dini tespit etmeyi, ardından da o dinin kitaplarını incelemeyi planlar. Bu insan İslam dünyasına baktığında sizce ne görür ve ne hisseder? Pakistan, İran, Hindistan, Suriye, Irak, Ürdün, Mısır, Tunus, Cezayir, Sudan, Yemen ve Filistin’e baktığında sizce İslam’la ilgili olarak kalbinde güzel duygular belirir mi? Her taraf sorun yumağı, her yan gözyaşı. Pek çoğunda da aynı dinin mensupları birbirlerini öldürmekle meşgul. Cami gibi ibadet yerleri ile eğitim verilen mekanlar bombalanmakta, hem de Müslümanlarca, hem de Allah adına. Bu manzaraya bakan gayr-i müslim ister istemez şöyle düşünecektir: “Kendi inananlarına barışı getirememiş bir din beni dünyada mutlu etmez. Ben başka bir din araştırayım.”

Biz şimdi buna bakarak “efendim, bu kişi yanlış düşünüyor, bizim dinimiz şöyledir, bizim kitabımız böyledir” gibi anlamsız cevaplar üretmeye girişebiliriz. Ancak olacak olan da, tablo da bu. İnsanlar önce dinin mensuplarına sonra o dinin kitaplarına bakıyor. Tıpkı Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi.

Bu durum bize gösteriyor ki: Önce bizlerin Müslüman olmasına ihtiyaç var. Biz gerçek müminler olursak insanlar bizden etkilenecektir ve bu vesileyle müminlerin sayısı hızla artacaktır. Kendimize bakalım: İbadetlerimizi ne ölçüde ve ne kadar istekle yerine getiriyoruz? Hayatımızı nafilelerle ne kadar süslüyoruz? Bizi dindar olarak görenler ahlakımızı acaba nasıl buluyor? İslam’ın buyrukları ile bizim yaşantımız ne kadar yakın? Velhasıl ne kadar Müslümanız? Rabbim hepimizi murad ettiği kullardan eylesin.



#Ramazan
#Din
#İslam
#Enbiya Yıldırım
1 yıl önce