Dilârâ

00:004/03/2007, Pazar
G: 28/08/2019, Çarşamba
Hüseyin Hatemi

İsmi de kendi de güzel bir küçücük kızcağız, kartonla örtülen bir kanalizasyon çukuruna düştü ve dünya hayatı sona erdi. Anne ve babasının gönüllerinin süsü, sevinç kaynağı iken, hayatları boyunca unutamayacakları bir acı kaynağı oldu. Allah sabır versin! İnşaallah, bu en çetin sınavı başarı ile verirler ve Yüce Sevgili''nin buyurduğu gibi, Dilârâ onları cennette neş''eyle şakıyarak karşılar.Dilârâcık bize toplum olarak ortak sorumluluğumuzu da hatırlattı: Kanalizasyon çukurunun üzeri açık ise,

İsmi de kendi de güzel bir küçücük kızcağız, kartonla örtülen bir kanalizasyon çukuruna düştü ve dünya hayatı sona erdi. Anne ve babasının gönüllerinin süsü, sevinç kaynağı iken, hayatları boyunca unutamayacakları bir acı kaynağı oldu. Allah sabır versin! İnşaallah, bu en çetin sınavı başarı ile verirler ve Yüce Sevgili''nin buyurduğu gibi, Dilârâ onları cennette neş''eyle şakıyarak karşılar.

Dilârâcık bize toplum olarak ortak sorumluluğumuzu da hatırlattı: Kanalizasyon çukurunun üzeri açık ise, hiç değilse açık bırakmanın o yoldan geçenleri uyarma bakımından daha doğru olacağını bile düşünemeyerek kartonla örten kimselere hiçbir nesne, hiçbir insan, hiçbir canlı emanet edilemez. Toplum olarak biz bunu düşünemiyor muyuz? Dilârâ''ya da “hangi günahın yüzünden öldürüldün?” diye sorulmayacak mı? (Tekvîr, 81/8,9) Emanetleri; emîn olmayanlara devretme dolayısı ile sorumluluğumuz yok mu? Başta bir yükümlülüğümüz (mükellefiyet) vardır, yerine getirmeyince de sorumluluk (mes''uliyet) doğar.

Dünya güzeli Dilaracıklar''ı Allah''ın bir emaneti sayıp yetiştirecek yerde, bazı bölgelerde önce bir darbeye maruz bırakıyor, daha sonra da bir töre cinayeti ile mezar çukuruna gönderilmesine boş gözlerle seyirci kalıyoruz. Töre cinayetleri sorununun üzerini de bir karton kapakla örtüyoruz.

Çukurların üzerini karton kapakla örtmek, toplum olarak bizim eski alışkanlığımızdır. Hrant Dink''in ölümü, bize bu sorumsuzluğumuzun utancını kısa bir süre için sağladı, “Hrantımız” bilinci doğdu, ne yazık ki bizim için yine “Hrantımız” olan bu sevgili insan da ölümü üzerinden kırk gün geçmeksizin yine “Hrantları” oldu. Dilâramız da bir-iki gün sonra yine sadece yakınlarının gönlüne düşen bir kora dönüşecek, dilârâ iken dilsûz olacak!

Hrantımız da toplumumuzda maalesef oluşturulan bataklıkların üzerinin kartonla örtüldüğünü düşünemedi, “bizim ülkemizde güvercinleri öldürmezler” dedi, oysa uğurlanması sırasında taşınan “hepimiz ermeniyiz” kartonları, kırkı dolmaksızın onun düşmesi ile açılan bataklık çukurunun üzerini örtmede kullanıldı: -Burada bataklık, çukur filân yok hemşerim, siz bu kartonlar üzerinde ne yazdığına bakın, bu nokta toplumumuzun kalbinin attığı yerdir, bataklığı siz “hepimiz ermeniyiz” diye yazabilen kansız ve şerefsizlerde arayın! - Doğru dedin kardeş, hemen soruşturma açtıralım, sakın Mustafa Sarıgül''ün kanında da toplumumuzla bir kan uyuşmazlığı faktörü olmasın?

Bir iki gün önce bana yine bir “Türk İntikam Birliği” iletisi gönderildi. İmha edilecek Türk düşmanları ad olarak değil “kan grupları”na göre sınıflandırılmış. Bu listeye göre, bütün Türkiye Türk düşmanları ile dolu! Araplar, kürtler, lâzlar, ermeniler, rumlar, çerkesler, farslar... derken, en sonda da Amerikalılar ve Yahudiler geliyor. Yüzyıl kadar önce bir sadr-ı a''zama hitaben yazılan bir mizahî şiirde, şu mealde bir tavsiye vardı: Alman''ı kes, Yunan''ı kes, İran''ı kes, Turan''ı kes! / Allah bes, bakıy heves ey sadr-ı İskender-haşem! Yüzyıl önce soğuk bir zevzeklik olan bu öğüt, şimdi bazı kafalarda korkunç bir cinnet saplantısı mı oldu? AB''nin gözünden gizlemek için üzerlerini karton kapaklarla örttüğümüz bu çukurların doldurulması, batağın kurutulması için, daha ne kadar kurban vermemiz gerekecek?

Gafletten uyanmamız için -başta Huseyn-i Kerbelâ olmak üzere- bugüne kadar fedâ olan nice dilârâlar, gönüllerde bir âteş-i dil-sûz olmadıkça, sorunların üzerini kartonla örtme alışkanlığından kurtulamayacağız. Batı''da da kartonculuk revacda, ne var ki aramızda şu fark var: Biz mikrop yuvalarının üzerini renkli ve sloganlı kartonlarla örterken, onlar da deva ve şifa kaynağının üzerini kurukafa resimli ve uyarılı kartonlarla örtmeye çalışıyorlar, Danimarka''da, Hollanda''da olduğu gibi!

Yüce Sevgili''nin “Dilârâ ve Emîn” olduğu, alacalı bulacalı kartonlarla gizleniyor. Huseyn''in “Hüsnâ” olduğu gizleniyor. Oysa kurtuluş “Hüsna''yı tasdiyk”dedir. (Leyl Suresi''ne bakınız). Zulmü adalet, adâleti zulüm gibi görüyoruz. Çünkü mukavvalarda öyle yazıyor! Oysa bize mukavva değil ilâhî sevginin sağladığı ümit (takvâ) kuvveti gerek! Yoksa “Hüsnâ”yı nereden bilelim? Daha niceye bir küçük dilârâmız sûz-i dilârâ olmayacak? Tâ key hevâ-i meşgale-i dehr-i bî-direng? Ne zamana kadar takvâya mukavva, mukavvaya takva diyeceğiz? Cevâb ey nefs-i levvâme!

Dil-ârâdır tutan hurrem gözüm gönlüm cihânını/ve illâ nite bulaydı dilârâyı, dil arayı?/Gelir derler dil-ârâ''mı/gider derler dil ârâmı/şu dem bulur dil ârâmı ki ben bulam dil-ârâyı! (Yazıcıoğlu)