|
Nilüfer Göle’niz size, Hannah Arendt’imiz bize
İki ay önceydi. Elimde okul çantam ve sırtımda yoga matım yüklü olarak sabah erken Paris’in gri gökyüzü eşliğinde evden çıkmıştım. Luxembourg Parkı’ndan geçerek yürümeye koyuldum. Üniversite kapısında genç felsefeci Fransız meslektaşıma rastladım. Entelektüel olarak kendimi kafadar hissettiğim pek az kişiden biriydi. Sevindim. Günüme iyi başlamıştım. Gülümseyerek “Sırtında ne taşıyorsun böyle” diye sordu. Muzip bir edayla “Namaz seccadem” dedim.

Sırtımdaki nesne, kuşkuya yer bırakmayacak kadar her şeyiyle tipik bir yoga matıydı. Üstelik henüz Müslümanların namaz seccadesini özel olarak yapılmış bez bir torba içinde, omuzundan çapraz bir askıyla taşıdığını sanmıyorum. Müslümanlar da seyyal kent yaşamının içinde oradan oraya koşuşuyorlar, ama sırtlarında seccadeleri değil, herkes gibi sırt çantaları var.

Arkadaşımın bütün bu ayrıntılara aşina olduğunu varsayıyordum, böylelikle cevabıma güleceğini ve namaz seccadesi ile yoga matı arasındaki ilişkiler üzerine felsefi ve sosyolojik bir sohbete dalacağımızı düşünmüştüm. Ama hiç de beklediğim gibi olmadı. Duymazdan geldi, kibarca konuyu değiştirdi. Sözlerim havada asılı kaldı. Döndü geldi bana çarptı. Üzüldüm, yersiz bir espri yapmıştım, istemeden, durduk yerde karşımdaki kişiyi rahatsız etmiş, aramızdaki harmoniyi bozmuştum. Belki de beni ofisimde namaz kılarken gözünün önüne getirmişti. Daha da yersiz ve üstüne üstlük gerçek olmayan bir imge. Ne olurdu sanki “Sırtımda ki yoga matı” deseydim, tanıdık bir sosyal dünyada kalacaktık. Ben de bigâne olmayacaktım.

Aslında buraya kadar okuduklarınızı tırnak içinde vermem gerekiyordu. Çünkü bu hikayenin kahramanı ben değilim. Yukarıdaki cümleler de bana ait değil. Bu ibretlik hikayenin kahramanı, “yersiz bir espri yaparak karşısındaki kişiyi rahatsız eden, arkadaşlıklarındaki harmoniyi bozan ve bu duruma (“bigane” (yabancı) muamelesi görmesine) üzülen kişi” ‘büyük Türk büyüğü’ Nilüfer Göle.

Felsefeci Fransız meslektaşın bile, bir seccade esprisi yüzünden sana “bigane” (yabancı) muamelesi yapabiliyorsa, kim bilir senin gibi “Legion d’Honneur nişanı”na layık görmedikleri ötekilere, neleri layık görüyorlardır değil mi? Ne yazık ki bu sorunun peşinden gitmiyor, bu durumu sorgulamıyor büyük Türk büyüğü Göle. Her “yersiz” yabancı gibi hemen geri adım atıyor. Hakaret amacı taşımadığıma sizi ve onu ikna edebilir miyim bilmiyorum: Ben yine de bütün samimiyetimle ‘gördüğümü’ söyleyeyim: Esprisi yersiz değil sadece basit iken, çok “ezik” duruyor, yersiz yere çok özeleştiri yapıyor.

Esprisine gülünmemesi hatta duymazlıktan gelinmesi üzerine, hemen geri adım atan ve yaptığı esprinin “yersiz” olduğuna hükmeden Göle, keşke seccade esprisini de ifade özgürlüğü kapsamında sonuna kadar savunabilseydi!

Güleyim mi ağlayayım mı, karar veremedim: Anlaşılan o ki, genç felsefeci meslektaşının, büyük Türk büyüğü Göle’yi “ofisinde namaz kılarken gözünün önüne getirmesi” ihtimali, kendisini çok rahatsız etmiş olmalı ki bir bilim adamında olması gereken serinkanlılığını yitiriyor: “Belki de beni ofisimde namaz kılarken gözünün önüne getirmişti. Daha da yersiz ve üstüne üstlük gerçek olmayan bir imge.”

“Bilim adamı”nı ataerkil kültürün eseri zanneden okuyucuların etimoloji sözlükleri yoksa, kendilerine Bülent Ortaçgil’in şarkısını hediye edelim: “Bu şarkılar adam olmaz.” Bu şarkıdan mülhem ekleme yapsak, yanlış olmaz. Sadece bu şarkılar değil, bu akademisyenler de adam olmaz.

“Daha da yersiz” imiş. İmgelerde bile namaza yer bulamıyoruz... Birilerinin büyük Türk büyüğü Göle’yi namaz kılarken düşünebilmesi, “daha da yersiz” imiş. İmgelerin özgür dünyasında bile namaza yer bulunamıyorsa, Paris’te müslümanların namaz kılacak yer bulamamalarının sebebi daha iyi anlaşılıyor.

Seccade esprisini, ifade özgürlüğü kapsamında savun(a)mayan Göle, ne ilginçtir ki, Paris’teki mizah dergisinin “yersiz espri”lerini savunuyor, müslümanların “rahatsız olması”ndan rahatsız olmuyor, İslam peygamberinin karikatürize edilmesinin kozmopolit toplumlardaki “harmoniyi bozduğu”nu görmüyor. Görüyorsa da insan olarak üzülmüyor, sosyolog olarak bunu önemsemiyor. Durup düşünmeden, hemen sahnedeki yerini alıyor, “İfade özgürlüğü” şarkısına vokal yapıyor.

“AKP kendi algı sınırına dayandı, incittiği insanları görmüyor.” demişti büyük Türk büyüğü Göle. İncinen bütün insanlar meselemiz olmalıyken, Göle, “incinen” milyonlarca müslümanı kale almıyor. “Öteki”leri inciten, gayri-medeni ifadeleri de ifade özgürlüğü zanneden popüler kültürün bayraktarlığını yapıyor. Üç renkli Fransız aydınlanmasının “algı sınırına dayandığını, incittiği insanları görmediğini” söyle(ye)miyor. Bunu söylerse, kendisine ödül verenlerle arasındaki “harmoni” bozulabilir, “bigane” (yabancı) muamelesi görebilir.

Büyük Türk büyüğü Göle, serinkanlılığını yitirip “barbarlık” gibi aşırı sıfatları kolayca kullanabiliyorken, Hannah Arendt çevresindeki aydınların popüler kültürüne karşı tek başına kürek çekiyordu: “Anlamaya çalışmak, affetmek demek değildir.”

Hannah Arendt’in hikayesine haftaya devam ederiz. Bu arada siz de 2012 yapımı, kendisiyle aynı taşıyan filmi seyredebilirsiniz.

O ki filmlerden bahsettik, Jean-Luc Godard’ın bir filmiyle bitirelim. “Bande a Part” filminin Paris metrosunda geçen bir sahnesinde, başroldeki genç kadın, erkek arkadaşına şöyle der:

“Metrodaki insanlar hep mutsuz ve yalnız görünüyorlar. Şuna bir bak. Neden bu yüz ifadesi?

Koltuğunun altında küçük bir kutu taşıyan yorgun bir yolcuyu görürken, bu sorunun cevabını, yönetmenin sesinden duyarız:

“O, her ne hayal ediyorsan odur. Onun bakışı senin hikayene göre değişecek. Hasta kızına oyuncak ayı götürüyor dersen… iyi biri gibi gözükür. Ama insanları havaya uçurmak için TNT taşıdığını düşünürsen… adi biri oluverir.”
#türk büyüğü
#göle
#Hannah Arendt
#Jean-Luc Godard
9 yıl önce
Nilüfer Göle’niz size, Hannah Arendt’imiz bize
Paraların üstündeki resimler
Eşikte uykuya dalmak
Leoparın kuyruğu: Tutma, tutarsan bırakma!
Köprü
Yenildiler