‘Algılamak, Hak’ta yükseliş esnasında sana gelen şeyi almandır’

04:0013/12/2025, Cumartesi
G: 13/12/2025, Cumartesi
Ömer Lekesiz

Tevhidin, kevn’den (var olmak’tan) yaratma, var etme anlamında tekvinî olduğunu ve “birlikte çeşitlilik / çeşitlilikte birlik” işleyişi içinde, henüz çok azı hakkında bilgi sahibi bulunduğumuz kozmostan, ferdî eylemlerin tümüne kadar yayıldığını bir kez daha tekrarlayarak, şeriatlara dolayısıyla inanışlara mahsus “teklif”lere de tevhidin ortak bir zemin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu manada tevhidin salt Müslümanlara özgü olmadığını, bilakis muvahhitlik bağıyla onun genel olduğunu yani inanç sahiplerinin

Tevhidin, kevn’den (var olmak’tan) yaratma, var etme anlamında tekvinî olduğunu ve “birlikte çeşitlilik / çeşitlilikte birlik” işleyişi içinde, henüz çok azı hakkında bilgi sahibi bulunduğumuz kozmostan, ferdî eylemlerin tümüne kadar yayıldığını bir kez daha tekrarlayarak, şeriatlara dolayısıyla inanışlara mahsus “teklif”lere de tevhidin ortak bir zemin oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Bu manada tevhidin salt Müslümanlara özgü olmadığını, bilakis muvahhitlik bağıyla onun genel olduğunu yani inanç sahiplerinin tamamını kapsadığını, haliyle “tevhit sanatı” gibi bir tanımlamanın hangi inancın mensubu olursa olsun onun nefsi bir temellük arzusundan ibaret olacağını şu iki örnekle iletebiliriz:

Bizim Molla Sadrâ’dan naklen idrak ve ümmeti olarak zikrede geldiğimiz güçlerden hatıranın ve hatırlamanın nasıl anlaşılması gerektiği hakkında, Maurice Merleau-Ponty, -ancak bir tasavvuf ehlinden bekleyebileceğimiz- şu yorumu yapmıştır: “Algılamak, kendisini tamamlayabilecek bazı hatıraları beraberinde getiren bir izlenimler çokluğunu hissetmek değil, verilenlerin oluşturduğu bir kümelenmeden içkin bir anlamın fışkırdığını görmektir ki bu anlam olmadan hatıralara çağrı yapmak mümkün olmaz. Hatırlamak bilincin bakışının önüne, kendinde sürüp giden bir geçmiş tablosu koymak değil, geçmişin ufkuna dalmak ve özetlediği deneyimler zamanındaki kendi yerlerinde yeniden yaşanana kadar, bu ufuktan iç içe geçmiş perspektifleri yavaş yavaş işlemektir. Algılamak hatırlamak değildir.” (Algının Fenomenolojisi, trc.: Emine Kartal – Eylem Hacımuratoğlu, İthaki, İstanbul 2016)


“Dünya aynasını Büyük İskender’e bırak! 

Ne gösteriyor ki zaten o? Orada burada 

Sessiz halklar, onun zorla başkalarıyla

Mütemâdiyen kavga ettirmek istediği. 


Sen! Yeter artık, yabancıları örnek alma!

Kendine has şarkılarını bana terennüm et,

Düşün ki, seviyorum, yaşıyorum, 

Düşün ki, kalbimi sen fethediyorsun!”


Şiirinin sahibi Johann Wolfgang von Goethe Dünyayı Temaşa adlı şu şiirinde ise


“Dünyayı temâşâ etmek pek hoştur, 

Lâkin harikulâdedir şairlerin âlemi;

Rengârenk, açık veya gümüşi kırlar, 

Diyarlar ki gece gündüz ışıklar parlar. 

Bugün her şey muhteşem; hep böyle kalsa keşke!

Bugün hepten aşkın gözüyle görüyorum âlemi.” 


derken sanki İbn Arabî’nin “Gözünü dikip bakma, gözünün önündeki dünyaya” sözünü yorumlamakla kalmamakta, yine İbn Arabî’nin “İdrak eden insan, bir şeyi ancak o şeyin benzeri kendinde bulunduğunda idrak edebilir. (İdrak ettiği) şeyin benzeri kendisinde yok ise onu asla idrak edemez ve bilemez.” (Fütûhat-ı Mekkiye, trc.: Ekrem Demirli, Litera, İstanbul 2006) sözünü izlercesine, “gözünü dikmeyi” aşarak eşyaya ancak bir muvahhide nasip olabilecek şu basiretle bakar:


“Binlerce şekilde 


Binlerce surette saklasan da kendini, 

Sevgililer Sevgilisi, hemen tanırım seni; 

Büyülü örtülerle kapasan da kendini, 

Her yerde Hâzır ve Nâzır olan, anında tanırım seni. 


Servilerin tomurcuklaşan saf ve yeni gayretlerinde, 

Yüceler yücesi, anında tanırım seni; 

Su kanallarındaki billur dalgaların canlılığında 

Büyük lütufkâr, elbette tanırım seni. 


Fıskiyenin yükselip dağılan suyunda, 

Ebedi oyuncu, ne mutlu ki tanırım seni; 

Bulutun kendinden değişip şekillenmesinde, 

Sûretler âleminin yaratıcısı, orada tanırım seni. 


Bir halı misali çiçeklerle donanmış çimlerde, 

Ey âlemi renkli yıldızlarla donatan, pek güzel görürüm seni; 

Etrafı kaplamış bin kollu sarmaşıklarda, 

Ey her şeyi kuşatan, orada tanırım seni. 


Sabahları şafak söktüğünde dağlarda, 

Ey neş’e kaynağı, hemen selamlarım seni; 

Sonra üzerimde şu berrak gök kubbeleştiğinde, 

Ey gönül ferahlatıcı, o an seni solurum. 


Zahiri anlamıyla bâtıni mânâsını anlarım, 

Sen ey âlemin öğreticisi, senden seni bilirim; 

Ve söylesem yüz ism-i celâlini Allah’ın, 

Yankılanır senin için her biri ile bir isim?” (Doğu-Batı Divanı, trc.: Senail Özkan, Ötüken, İstanbul 2010) 


Bu örnekler eşliğinde, İbn Arabî’nin algılamayı “Hak’ta yükseliş esnasında sana gelen şeyi almandır” şeklinde tanımlamasını da hat alarak, sözümüzü tevhitle ilişkimizin balıkla denizin ilişkisi mecazında onsuzluğun mümkün olmayışına hasredebiliriz. Buna göre tevhit sanatı şeklindeki bir adlandırma tüm kapsayıcılığıyla söz konusu hakikati ferdiyete indirgemek olur ki, bu da sanatın heva-heves saikiyle insana ve eşyaya mahsus -kemale ermekle bel hum adal olmak arasındaki- hallerin tabir edilmesi şeklindeki gerçekliğini ıskalamak demektir. Aksi halde yukarıda tevhitle kanatlanan Goethe’nin,


“Yalnız başıma oturuyor,

Şarabımı

Yalız içiyorum.

Bundan iyisi can sağlığı!

Kimse benimle uğraşmıyor,

Böylece kalıyorum fikrimle baş başa”


deyişini sanat içinde izah edemeyiz.

#aktüel
#hayat
#Ömer Lekesiz